31 Mart 2013 Pazar

FETHİN SEMBOLÜ AYASOFYA




FETHİN SEMBOLÜ AYASOFYA


Ayasofya; Hristiyanlaştırılmış Roma devrinde, bazilika tarzında  bir kilise ve Doğu Roma İmparatorluğu zamanında ise yeniden inşa edilmiş dünyanın en büyük kilisesidir. Büyük kilise olarak 25 Aralık 537’deki açılışından İstanbul’un fethine kadar 915 sene 5 ay 5 gün kilise, İstanbul’un fethinden yani 29 Mayıs 1453’den itibaren 24 Kasım 1934 tarihindeki bir kararnameyle müzeye çevrilmesine kadar 481 yıl, 5 ay, 16 gün Camii, bu tarihten günümüze kadar müze olarak kullanılmıştır ve hala müze olarak kullanılmaktadır.

Ayasofya; tam 1396 sene 10 ay 21 gün iki semavi dine mabed olmuştur. Ayasofya, yalnız mimarisi ile değil Osmanlı devrinde İmparatorluğun Camii Bizans döneminde ise patriğin ve Kostantiniyye’nin en önemli kilisesiydi.

Osmanlılarda bir gelenek olarak devam eden, asırlardan beridir de tatbik edilen bir gelenek vardır. Bu gelenek şöyledir; savaş esnasında bir kale veya şehir feth edilince , ordu içeriye girip burçlara bayrak çeker ve akabinde burçlarda ezan sesi yükselirdi. Ve dahi derhal şehrin en büyük kilisesi camiye çevrilir, sonra ilk Cuma namazı burada kılınırdı.

Fatih Sultan Mehmed; İstanbul’un alınmasının hemen ardından şehre girmiş ilk iş olarak Ayasofya’yı camiye çevirmek gayesi ile yönünü buraya çevirmiştir. Fatih; Ayasofya önüne geldiğinde yeri öptü, dua etti ve içeri girdi. Ezan okutturarak maiyetiyle beraber namaz kıldı ve camiiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetti.

Salı günü Ayasofya’da kılınan ilk namazdan sonra Sultan’ın emriyle ilk Cuma gününe kadar Ayasofya’ya bir minare inşa ettirilir. Bu minare ahşaptan yapılmıştır. Cuma gününe kadar yetiştirilen minarede ilk öğle ezanı okunur ve İstanbul’da ilk Cuma namazı Akşemseddin Hz. İmamlığında Ayasofya Camii’nde kılınır.

Ayasofya Osmanlı döneminde fethin sembolü ve bir saray camii olarak adlandırılmıştır. Fatih’ten sonra gelen Sultanlarda bu camiiye büyük özen göstermiş pek güzide hediyeleri buraya vakfetmişlerdir




FETİHTEN SONRA BİLİNEN DEĞER


Fatih Sultan Mehmed Han; Cuma namazının hemen ardından Ayasofya Vakfı’nı kurdu. Büyük gelir kaynaklarını bu vakfa tahsis etti. Ayasofya Camii başta olmak üzere diğer camiilerin ve bazı eserlerin ihtiyaçlarını finanse edecek sağlam bir mâli alt yapı oluşturdu. Camiin içine mihrab yaptırıp, minber koydurdu. Ayrıca buraya bir medrese, kütüphane ve minare ekledi.

II. Bayezıd kendi döneminde camiiye beyaz mermerden bir mihrab ve kuzeydoğu cephesine bir minare ekledi. Vakıflarını kontrol ettirdi. Yeniden sayım yaptırdı. Gelir gideri kontrol altına alarak yeni bazı gelirler ekledi.

Kanuni Sultan Süleyman; Belgrad’dan iki şamdan getirtti. Geniş çaplı bir tahrir ile kayıtları kontrol altına aldırttı.

II. Selim döneminde Mimar Sinan’ın nezaretinde büyük çalışmalar yapıldı. Camii duvarları istinat duvarları ile çevrildi. İki minare daha eklenerek minare sayısı son haline, dörde tamamlandı. Medrese onarıldı ve büyütüldü. II. Selim camiin güney tarafına kendisi için bir türbe yaptırdı.

III. Murad camiye birçok ekleme yaptırdı. Ana payelerin yanına Kur’ân-ı Kerîm okuyanlar için, taştan dört yüksek platform, müezzinler için uzun sutunlarının üstünde yüksek bir kürsü, cemaatin temizliği ve susuzluklarının giderilmesi için muhteşem  abdet kurneleri onun yaptırdığı eserlerdir.

I.Ahmed; köklü bir bakım ve onarım çalışması yaptırdı. Mihraba besmele yazdırdı.
IV. Murad döneminde camiinin içi hat levhalarıyla süslendi. Tamir bakım çalışmaları bu dönemde de devam etmekteydi.

III. Ahmed devrinde, hünkâr manfili yenilendi. Camiin ortasına büyük top kandil (avize) kondu. Umumi bir tamir bakım çalışması gerçekleştirildi.

I.Mahmud; kütüphane, kütüphane vakfı, sibyan mektebi, imaret, şadırvan, muvakkithaneyi inşa ettirdi. Çifte hamamı yeniden yaptırdı ve bu eserleri kitabeler, çinilerle süsledi.

III. Selim camiin halılarını tümüyle değiştirdi. Mehmed Esad Yesari hattı ile yazılmiş iki adet levha konuldu.

II. Mahmud; camiide en büyük tamir ve bakım çalışmalarından birini yaptırdı.

Abdülmecid devrinde büyük onarım yapılmasıyla beraber, Mustafa izzet Efendi levhaları, yeni kasr-ı hümayun yapımı, tahta döşemeler eklenmesi, avizelerin yenilenmesi, ayakkabı raflarının konulması gibi bazı yenilikler gerçekleştirildi. Ayrıca camii baştan aşağı yenilendi. Sultan mahfili, 19. Yüzyılın ortalarında Sultan I. Abdülmecid için Fossati kardeşler tarafından yapıldı. Mustafa İzzet Efendi’nin eseri olan Allah, Muhammed ve dört büyük halifenin yazılı olduğu altı levha camiiye asıldı.

MUHTEŞEM SÜLEYMAN'NIN MUHTEŞEM AŞKI






                               SULTANLARIN AŞKLARI

Kıtalara otak kuran, milletlere kös dinleten, hükümdarlara diz çöktüren şanlı Osmanlı sultanları dünyaya hükmederken deruni muhabbetle bağlı oldukları kadınlarına adeta kul olmuşlardır. Bu padişahlardan muazzam kudretiyle dünyayı titreten Kanuni Sultan Süleyman evvelinde cariyesi, ahirinde nikâhlı eşi olan Hürrem Sultan’a büyük bir aşkla bağlanmıştır. Büyük bir devlet adamı ve kudretli bir kumandan olan Muhteşem Süleyman, aynı zamanda devrinin sayılı şairlerinden biriydi. 
O, zafer, sevinç kadar aşk, ızdırap ve hicranı da biliyordu. İstanbul’dan ayrılıp sevdiğinden uzaklaşınca, içini bir hüzün kaplıyor sevgiliye duyduğu özlemi şiirlerinde en güzel şekilde ifade ediyordu. İşte o şiirlerinden ve duyduğu derin aşkı anlatan mısralardan bir örnek.


Celis-i halvetim, varım, habibim mah-ı tabanım
Enisim, mahremim, varım, güzeller şahı sultanım

Hayatım hasılım,ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim
Baharım, behçetim, rüzum, nigarım verd-i handanım

Neşatım, işretim, bezmim, çerağım, neyyirim, şem’im
Turuncu u nar u narencim, benim şem’-i şebistanım

Nebatım, sükkerim, genc,m, cihan içinde bi-rencim
Azizim, Yusuf’um varım, gönül Mısr’ındaki hanım

Stanbulum, Karaman’ım, diyar-ı milket-i Rum’um
Bedahşan’ım ve Kıpçağım ve Bağdad’ım, Horasanım

Saçı marım, kaşı yayım, gözü pür fitne, bimarım
**ürsem boynuna kanım, meded he na-müsülmanım

Kapında çünki meddahım, seni medh ederim daim
Yürek pür gam, gözüm pür nem, Muhibbi’yim hoş halim!

Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman)


Sadeleştirilmiş Hali;

Benim birlikte olduğum, sevgilim, parıldayan ayım,
Can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım.

Hayatımın, yaşamımın sebebi Cennetim, Kevser şarabım
Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm,

Sevinç kaynağım, içkimdeki lezzet, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meş’alem.
Turuncum, narım, narencim, benim gecelerimin, visal odamın aydınlığı,

Nebatım, şekerim, hazinem, cihanda hiç örselenmemiş, el değmemiş sevgilim.
Gönlümdeki Mısır’ın Sultanı, Hazret-i Yusuf’um, varlığımın anlamı,

İstanbul’um, Karaman’ım, Bütün Anadolu ve Rum ülkesindeki diyara bedel sevgilim.
Değerli lal madeninin çıktığı yer olan Bedahşan’ım ve Kıpçağım, Bağdad’ım, Horasan’ım.

Güzel saçlım, yay kaşlım, gözleri ışıl ışıl fitneler koparan sevgilim, hastayım!
Eğer ölürsem benim vebalim senin boynunadır, çünkü bana eza ederek kanıma sen girdin, bana imdad et, ey Müslüman olmayan güzel sevgilim.

Kapında, devamlı olarak seni medhederim, seni överim, sanki hep seni öğmek için görevlendirilmiş gibiyim.
Yüreğim gam ile, gözlerim yaşlarla dolu, ben Muhibbi’yim, sevgi adamıyım, bana bir şeyler oldu, sarhoş gibiyim. Bir hoş hale geldim.


            


 HÜRREM SULTAN'IN EŞİ KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'A MEKTUBU



Sultanım, Padişahım;

Yüzümü yere koyup, mutluluk sığınağı ayağınızın topraklarınızı öptükten sonra, benim devletimin güneşi ve saadetimin sermayesi sultanım, eğer bu ayrılık ateşine yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap,gözleri yaş dolu, gecesi gündüzü belirsiz olan, hasret deryasına gark bi-çare, aşkınız ile müptela, Ferhat ile Mecnun'dan beter şeyda kölenizi sorarsanız; ne zamandır ki sultanımdan ayrıyım, bülbül gibi ah u feryadım dinlemeyip, ayrılığınızdan dolayı öyle bir halim var ki, Allah, kafir olan kullarına dair vermesin.

Benim devletim, benim sultanım, özellikle, bir buçuk ay olduğu halde sizden bir haber gelmemesi yüzünden, Allah biliyor ki , hiçbir şekilde rahatlık yüzü görmeyip, gece gündüz ağlayıp, kendi hayatımdan el çekip, cihan gözüme dar oldu. Ne yapacağımı bilmeden ağlayıp gözyaşları içinde gözüm kapıları gözlerken, ol ferdü rabbü'l alemin, aleme rahmet eden subhan-ı Yezdan, cümle aleme inayet nazarın edip, fetih haberi ve müjdeli haberlerini yetiştirdi. Ve bu haberi işitince Allah biliyor ki, benim padişahım, benim sultanım, ölmüş idim taze can buldum.

Benim Sultanım, şehir hakkında soracak olursanız; şimdilik henüz hastalık devam etmektedir. Ancak önceki gibi değildir. İnşallah Sultanım gelince, Allah'ın inayetiyle de geçer gider. Azizlerimiz, hazan yaprağı dökülünce geçer derler.

Benim Sultanım, sık sık mübarek mektubunuzu gönderirsiniz diye, tazarru ve iltimas ederim. Zira ki, billah yalan değil, bir iki hafta geçip de ulak gelmezse alem gulguleye gelir. Türlü türlü sözler söylenir. Yoksa sadece kendi nefsim için istediğimi sanmayın.

Hürrem



SULTAN III. SELİM VE İSTANBUL MEVSİMLERİ




Şairlerin dizelerini süsleyen, ressamların fırçalarına yön veren, aşıklara ilham kaynağı olan İstanbul hakkında nice sözler söylenmiş nice şarkılar bestelenmiştir. Bu sözler arasında öyle bir deyim vardır ki, tebessüm ettirerek İstanbul’u anlamanızı sağlar.
Eskilerin deyimiyle "İSTANBUL’UN HAVASINA VE KARISINA GÜVEN OLMAZ". İlk okunduğunda argo bir tabirmiş gibi gelen bu deyim esasen derin bir mana ihtiva etmektedir. İstanbul’un soğunun ve sıcağının belli olmayacağı, beklenmedik bir anda kar veya yağmur yağabileceği ve yine hemen ardından enteresan bir şekilde güneş açabileceği velhasıl; çoğu zaman mevsim dışı bir havasının olduğunu anlatmaktadır. İstanbul’da yaşayanlar bunları çok iyi bilir ve halk arasında bu deyim oldukça yerleşmiştir.
Osmanlı padişahlarının bu durumu çok iyi algıladıkları ve İstanbul’un havasının değişkenliğini iyi bildikleri aşikardır.. Öyleki;
Divan Edebiyatının büyük şairlerinden Şeyh Galip, sık sık padişahın sohbet toplantılarında bulunurdu.
Bir gün yine böyle bir toplantı esnasında havaların kötü gitmesi konuşuluyordu. Haziran ayına girilmiş olduğu halde, henüz sıcaklar gelmemişti. Üstelikte yağmurlar şiddetle yağıyor bir türlü dinmek bilmiyordu.
Şeyh Galip söz alarak;
-Efendimiz,dedi; İstanbul’da ilk bahar yoktur sadece üç mevsim vardır.
Buna karşılık  III.Selim şöyle dedi;
-Hayır! Yılın on iki ayına göre İstanbul’da tam on iki mevsim vardır. Bunların altısı Karadeniz (İstanbul) Boğazı’ndan, altısı da Çanakkale Boğazı’ndandır.

MUHTEŞEM SÜLEYMAN’IN KALBİNİN TÜRBESİ




                 MUHTEŞEM SÜLEYMAN’IN KALBİNİN TÜRBESİ


Onuncu Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, 30 Eylül 1520 de İstanbul’da tahta çıkmış ve 45 yıl 11 ay 7 gün yani 46 yıl saltanat sürdükten sonra Zigetvar kuşatması esnasında 1566 yılı 6/7 Eylül Cuma- Cumartesi gecesi 01:30 da 72 yaşına vefat etmiştir.




Kanuni’nin vefatının ardından Sokullu Mehmet Paşa askerlere hiç birşey belli etmedi. Kanuni Sultan Süleyman’ın cesedi usulüne uygun, kimselere duyurulmadan yıkandı, namazı kılındı ve iç organları alınıp, hemen yatağının altındaki toprağa gömüldü. Bedeni tahnit edildi ve kokması önlendi, tabuta kondu. Ve gizli bir mezar kazılarak tahtının altına geçici olarak defnedildi. Selanikî Tarihi’nde bu nokta şöyle anlatılır.
"Tabib-i Hassa Kaynûsizâde  ve İmâm-ı Sultanî Derviş Efendi ve Rikâbdar Mustafa Ağa ve Hasan Ağa cümle on iki nefer kimesne cesedin gaslidüp ve tekfin idüp namazın kılup, yapub gönderilen tabut ile taht altına emanet konuldu"
Kanuni'nin ölümü oğlu Şehzade Selim(Daha sonra II. Selim ünvanıyla anılmıştır) kırk sekiz gün saklandı. Sanki Kanuni yazıyormuş gibi Hatt-ı Hümâyûnlar bile yazdırıldı. Dönüş yolunda Hasan Ağa, Kanuni'ye benzediği için onun giysilerini giydi, orduyu selamladı ve saltanat arabasıyla dönüş yolculuğu başladı. Bu yolculukta hiç kimsenin bilmediği, duymadığı bir de ölü vardı ki, o da Kanuni Sultan Süleyman, Muhteşem Süleyman, Büyük Türk ünvanlı koca bir padişahtı.
Diğer bazı kaynaklarda cesedin tahnit edilmiş olduğundan bahsedilir. Hatta sonradan oraya bir türbe de yapılmış olduğu söylenmektedir. Bu türbenin yeri Szigetvar Kalesi ile Macarların Süleyman Köy dedikleri köyün güneyine rastlamaktadır. Macarların oraya hâlâ "Türbek" dedikleri tesbit edilmiştir. Kanuni’nin kalbinin orada gömülü olduğundan bahsedilmektedir.
Osmanlı devrinde ziyaretgah olan bu türbe sonraları bakımsızlık yüzünden harab olmuş ve sonunda 17.yüzyılda katolik papazları tarafından kilise haline getirilmiştir. Bu kiliseye şimdi "Türbek" veya "Türk Kilisesi" denir.
Şu anda mezar taşı bile kaldırılmış olduğu için bazı bilen turistlerin oraya gidip Kanuni’nin kabrini sordukça oradaki papazların;
“İşte Süleyman’ın kalbi buradadır!”
diye bir nokta gösterdikleri rivayet edilir. 


30 Mart 2013 Cumartesi

FATİH’İN MÜHENDİSLİĞİNDE "ŞAHİ" TOP






FATİH’İN MÜHENDİSLİĞİNDE "ŞAHİ" TOP

Fatih Sultan Mehmed Han; devrinin en büyük ulemasından biriydi. Yedi tane yabancı dil bilmesinin yanı sıra din ilimlerinden astronomiye kadar bir çok alanda alim sayılabilecek kadar bilgiliydi. Eşsiz bir kumandan ve idareci olan Sultan; döneminde yapılan tüm seferleri bizzat kendisi yönetmiştir.
İstanbul’u fethetmeye karar verdiğinde Macar asıllı Urban’dan büyük toplar dökmesini istemiş, Urban’ın "ben sadece bir döküm ustasıyım o kadar büyük topların planını yapamam" sözleri üzerine;
"Planlarını ve çizimlerini ben yaparım. Sen topları dök kâfi" cevabını vermiştir. Ve derhal topların yapımına başlanmıştır.
Çizimlerini Fatih Sultan Mehmed önderliğinde Türk mühendislerinin yaptığı topların dökümünü Urban Usta ve Cenevizli Donar Usta, Saruca Paşa,ve Mimar Müslihiddin yapmıştır..
Edirne’de dökülen toplar 1452 senesi Ocak ayının sonlarında Edirne’den yola çıkarılmış ve ancak iki ay sonra İstanbul önlerine getirilebilmiştir.
Edirne'de deneme atışlarının yapılacağı sırada Fatih Sultan Mehmed tellallar çığırtarak halkı uyarmış, bu gürültünün kaynağını haber vermiştir. Hatta rivayetler vardır ki top gürültüsünün sesinden hamile kadınlar düşük yapmış, halk yaşadığı korkunun etkisiyle günlerce uyuyamamıştır.
Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u almak için döktürdüğü büyük top "Şahi" adını taşır. Bu topun namlusu 91.5cm'dir. 680 kg ağırlığındaki güllesinin menzili 1200 metredir. Osmanlı ordusunda daha sonra kullanılan büyük toplara da “Şahi” adı verilmiştir. Bazı Bizans kaynaklarında bu top ejdere benzetilir.
1464'te Fatih Sultan Mehmed toplardan kırk iki tanesini Çanakkale Boğazı'nın savunması için Çanakkale Boğazı'na göndermiştir. Yüzyıllarca kullanılmadan kalan toplar 1807 yılında İngiliz donanmasına karşı kullanılmış ve beklenenin aksine kusursuz şekilde çalışan toplar bir İngiliz gemisini vurmuş ve 60 denizciyi öldürmüştür. Bir tanesi İngiltere'de, bir diğeri de İtalya'dadır.
 Günümüzde ise Fatih döneminden 6 tane top kalmıştır. Bunların en büyüğü olan ve İstanbul'da, Boğazlar da kullanılan "Şahi" bugün İngiltere'dedir. Diğer toplar ise Harbiye'deki askeri müze bahçesinde olup bunların çapı daha küçüktür.
Çizimini Fatih Sultan Mehmed’in yaptığı "Şahi" top sınıfının en büyüğü olan özel bir Osmanlı topudur. 19. Yüzyıla kadar Çanakkale Boğazı’nda koruma amaçlı olarak kullanılan bu tarihi top, General Sir John Lafroy’un girişimi ve 60 yıl süren çabanın sonucunda, Osmanlı Devleti tarafından, Sultan Abdülaziz’in İngiltere’yi ziyaretinden bir yıl önce, 1866 yılında İngiltere’ye hediye edilmiş.
İngiliz Devletinin topu satın alarak İngiltere’ye götürme çabaları, Kraliçe Victoria’nın, Sultan Abdülaziz’den topu yine istemesi ve bundan bir yıl sonrada Abdülaziz’in topu hediye olarak göndermesiyle sonuçlanmış.
Kilitbahir’den Londra’ya nakledilen "Şahi" top 1929 yılında Rotunda Müzesinden, Londra Kulesi Müzesi’ne oradan da şimdi bulunduğu Fort Nelson Müzesine naklediliyor. Dört asır boyunca Osmanlı Ordularını yenilmez kılan "Şahi", şimdilerde müze yetkilileri tarafından ziyaretçilere ortaçağ teknolojisinin başyapıtı, müzenin en değerli parçası olarak tanıtılıyor.
Ortaçağ teknolojisinin başyapıtı olan "Şahi" Fatih’in ne kadar büyük bir bilim adamı olduğunu tüm dünyaya bir kez daha ispatlıyor.


Yaşanmış İlginç Hikâyelerle Osmanlı Padişahları Kitabımdan....

SULTAN II.ABDÜLHAMİD’İN İLK BOĞAZİÇİ KÖPRÜ PROJESİ




  SULTAN II.ABDÜLHAMİD’İN
 İLK BOĞAZİÇİ KÖPRÜ PROJESİ

1973 yılında hizmete giren Boğaziçi Köprüsü,  Türkiye’nin en büyük eserlerinden biridir. Günümüzde binlerce motorlu aracın gelip geçtiği bu köprü, her gün devlete milyarlarca lira para kazandırır. Ancak sanıldığı gibi Boğaziçi Köprüsü fikri,  Cumhuriyet döneminde ortaya atılmamıştır. Bu fikrin mimarı Sultan II. Abdülhamid’dir. Hatta ilk projesini de bizzat kendisi yaptırmıştır.
Sultan Abdülhamid’in padişahlığının on beşinci senesi olan 1789 yılında Asya İle Avrupa kıtasını birleştirecek bir köprü yapılacağına dair haberler yayılmıştı.  Ne var ki buna kimse inanmıyor, üstelik iki sahilin birleştirilebileceği iddası ciddi bulunmuyordu.
1900 yılında rivayetin doğruluğu ortaya çıktı. Boğazın en dar yeri olan, Anadoluhisarı ve Rumelihisarı arasında köprü kurulması için, Bosbhorus Railroad Company isimli şirket çalışmalara başlamıştı. Bu vesileyle İtalyan Mimar Mondrakol bir proje hazırladı. Hazırlanan projeye göre üç asma köprü olacak ve bu gayet heybetli bir manzara kazanacak. Bu büyük yapının ortaları minareler ve özel kubbelerle süslenecek. Son direklere çelik kablolar çekilecek, kubbelerden her birinin kaidesi granit olacak. Köprünün ayaklarının altı taarruzdan korunmuş şekilde oluşturulacak. Yüksek kuleler on beş fenerle ışıklandırılacak. Ayrıca kuleler çini ve yaldız tuğralarla süslenecek. Köprünün yüksekliği altından büyük bir geminin rahatça geçebileceği şekilde inşa edilecekti.


Projenin yapıldığı yıllarda Avrupa’da birkaç bin civarında otomobil olsa da Türkiye’de hiç yoktu. Bundan dolayıdır ki; köprüden motorlu taşıtların geçişi düşünülmemişti. Ancak projede düşünülen en önemli faktör demiryolu hattının döşenmesiydi. Böylece Avrupa’dan kalkan bir trenin, Bağdad’a gitmesi mümkün olacaktı.
II. Abdülhamid’in bu projesi saltanat döneminde gerçekleşememişti. Tahttan indirilmesinden tam 61 yıl sonra bu gün ki köprünün temelleri atılabilmişti.


Yaşanmış İlginç Hikâyelerle Osmanlı Padişahları Kitabımdan....

FATİH SULTAN MEHMED HAN’IN KAYIP VASİYETİ






FATİH SULTAN MEHMED HAN’IN KAYIP VASİYETİ

Son zamanlarda internet ve bazı basın yayın guruplarında yaygınlaşan ve Fatih Sultan Mehmed’e ait olduğu iddia edilen Türkçe metini inceledim. Asli belgesini Osmanlı Arşivlerinden ve sair kütüphanelerden edinmeye çalıştım. Ancak ne böyle bir metin var nede bu yazının aslı astarı. Anlaşıldığı kadarıyla Fatih’in vakfiyelerinden hoş olan cümleleri bir araya getirerek bir vasiyetname ortaya atmışlar.
Fatih’in vasiyetnamesinin aslını astarını incelerken öğrendim ki aslında kayıp vasiyet 1938 yılına bulunmuş. İngiltere’den Amerika’ya gönderilen ve şimdilerde  Birleşik Amerika’da Princeton Üniversitesi Kütüphanesinde, Rönesans ve Orta zamana ait Garrett Koleksiyonunda No;168 de saklı olan vasiyette Cihan Hükümdarı şunları söylüyor;
Eğer ölecek olursam, naaşımı İstanbul şehrine götürüp tayin ettiğim yere gömeceksiniz. Camiin avlusunda ruhuma yaptırdığım imarette. Büyük oğlum Sultan İdrem Bayezıd’a gecikmeksizin İstanbul’a gelmesini muhakkak bildirin ve sultan olarak onu yerime koyun. Kapıkulu yeniçerlerinin oğlum gelip tahtıma oturmadan evvel denizi aşarak İstanbul Şehrine girmemelerine dikkat edin. Ve bu hususta dikkat edin. Zira ondan evvel gelirlerse şehri yağma ederler. Cenab-ı Hakkın inayetiyle oğlum İdrem Bayezıd tahtıma yerleştikten sonra kendisine tarafımdan şunlar söylenile;
Bazı müşavirlerim var ki çok fena insanlarolup beni, kötü nasihatleriyle yenilikler yapmağa, halk için ağır yükler ihdas etmeği ve merhametsizce kan dökmeği emretmeye sevkediyorlardı. Ve gizli kinler besliyorlardı. Bu müşavirleri hayatta bırakmayın. Bilakis kılıçla öldürün ve yanınızda böyle müşavirler tutmayın.
Muazzam bir hazine topladım ve hazineme altın, gümüş, kıymetli taşlar ve inciler koydum. Bu hazineyi büyük bir itina ile muhafaza edin, zira bir zaman gelecek ki ona muhtaç olacaksınız. Bütün kölelerimin azad edilmesini ister ve emrederim.
 Bu emirleri verdikten sonra Fatih Sultan Mehmed Han ruhunu teslim etti.
Sultanın vefat haberi gizli tutuldu cenazesi  İstanbul’a getirilerek vasiyet ettiği gibi Fatih Camii Haziresine defnedildi.

Yaşanmış İlginç Hikâyelerle Osmanlı Padişahları Kitabımdan......


                          KİMSEYE SEN DİYE HİTÂB ETMEZDİ


                   Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın kızlarından Ayşe Osmanoğlu, Hâtıralarım isimli kitabında babasının kendi terbiyeleri üzerinde itinâ ile durmasını şu sözleriyle ifâde ediyor. Bu ifâdeler aynı zamanda pâdişâhın haremde kızları ile olan ilgi ve alâkası için de güzel bir nümûne teşkil etmektedir.

                  “Babam işleri hafif olduğu zaman, haremlerinden ve kızlarından kimi isterse haber gönderip çağırtır, onlarla görüşürdü. Gerek haremlerinin, gerekse kızlarının resmî işlere karışmasını asla istemezdi. Terbiyemiz hususuna pek dikkat ederdi. En küçük kusurlarımızı dahi hoş görmez, kendisiyle yüz göz etmezdi. Bir kusurumuzu gördüğü, hissettiği zaman bizlere bir şey söylemez, analarımıza haber gönderirdi. Huzurunda ne suretle konuşacağımızı, nasıl hareket edeceğimizi biz de pek iyi bilirdik.
Çok sâde giyinmemizi isterdi. Cicili bicili şeyler giymemizi istemezdi.

                   Yakalarımız hafif açık olabilirdi. Fakat kollarımız tamâmiyle kapalı idi. El işaretleriyle, yüksek sesle konuşmamızı istemezdi. Dâima sakin ve nâzik hareketli olmamıza dikkat ederdi. Büyüklerimize, annelerimize, kardeşlerimize, dâima saygılı davranmamızı, önlerine geçmeyip sıramızı muhafaza etmemizi ister, şımarıklıktan hiç hoşlanmazdı.

                   Kimseye “Sen” diye hitap etmediği gibi, câriyelerine bile “Getiriniz” ve “Götürünüz” gibi nazikâne şekilde emir verirdi. Bizlere ya “Kızım” veya “Sultan” diye hitâb ederdi. Kadınlarına da pek saygılı muamelede bulunurdu. “Başkadın” yahut “Baş ikbâl” şeklinde haber gönderir ve çağırırdı.”









SULTANAHMET CAMİİ’NDE MEVLİT ŞEKERİ YAĞMASI

Osmanlı Devleti’nde her sene Sultanahmet Camii’nde mevlit okutulurdu. Masrafları Haremeyn Hazinesi’nden karşılanan bu mevlide padişah da katıldığından, mevlit şekerleri saray helvahanesinde hazırlanıp camide dağıtılırdı. Tablalarla servis edilen bu şekerler bazı görevli ve kayyımlar tarafından yağma edilirdi. Yeni bir sistem peşinde olan Üçüncü Selim halkın bu âdetini de değiştirmiş ve şeker tablalarının verilecekleri kişilerin evlerine gönderilmesi tarzında yeni nizamın bir uygulaması olarak kayda geçirmiştir.

Bu anlayış aslında halk ile yönetici sınıf arasındaki mesafenin açılmasıyla da ilgilidir. Adet-i kadimin hüküm sürdüğü zamanlarda yeniçerilerin mevâcibi dağıtılacağı gün, ecnebi sefirler de hünkâr tarafından kabul edilmek üzere saraya çağırılırdı. Yeniçeriler ulufelerden ve idareden memnuniyetlerini hem ecnebilere, hem de erkân-ı devlete göstermek için kendilerine sunulan yemeği yağmalarlardı. Bu yağma ne kadar coşkulu olursa Padişah ve erkân-ı devlet o kadar memnun olurdu. Aksi durumda sönük ve cansız bir yağmalama olursa, askerde bir huzursuzluk olduğuna yorulurdu. Hatta düzenlenen şenliklerde ortaya kurulan sofraların yağmalanması o kadar eski bir gelenekti ki çanak yağması adı verilmiştir.

Bu kadim adetlerini uygulamak ve padişahlarını memnun etmek isteyen halk, haliyle mevlit şekerlerini yağmalamayı da adet edinmiştir. Bir mevlit esnasında softalarla yeniçeriler arasında bu hususta kavga çıkınca da Sultan Üçüncü Selim bu durumdan memnun olmamış ve camideki şeker yağmalama geleneğini ortadan kaldırmaya bahane etmiştir.

Belge Metni:

BİHİ

Fî mâ ba‘d konmaması husûsuna nizam verip bu şurût Haremeyn’e kayd oluna.
(Üçüncü Selim’in el yazısı)

Şevketlü, kerâmetlü, mehâbetlü, kudretlü, veliyyinimetim efendim Padişâhım
Beher sene Sultan Ahmed Han aleyhi’r-rahmeti ve’l-gufrân cami-i şerîfinde kıraat olunan Mevlid-i Şerîf-i Nebevî meclisinde huzûr-ı huzzâra vaz‘ olunan şeker tablalarını bazı hademe ve kayyım makûleleri bî-edebâne yağma etmeğe mu‘tâd olmalarıyla geçen sene Mevlid-i Şerîf kıraatinde bâ-emr-i Hümâyûn huzûr-ı huzzâra tabla konmayıp badehu herkesin tablasını Galata Voyvodası efendi kulları hanesine göndermişidi. Binaenaleyh bu sene-i mübârekede dahi geçen sene gibi cami-i şerîfde tabla konmaması mı irade buyurulur, yohsa kadîmî üzre konması mı emr buyurulur. Voyvoda-i mumaileyh kulları bir kıt‘a takririyle istizan etmekle takrîri pâye-i serîr-i a‘lâ-yı Mülûkânelerine takdîm olundu. Manzûr-ı Şâhâneleri buyuruldukda fermân şevketlü, kerâmetlü, mehâbetlü, kudretlü, veliyyinimetim efendim Padişâhım hazretlerinindir.

Sinan Çuluk Yazılarından....

SARAYA TÜRKÇE BİLİR CARİYE GÖNDERMEYİN

Yıl 1891. Osmanlı Devleti’nde köle, esir ticareti yasaklanmış ama ne hikmetse halen sürüyor. Bunda tabii ki sarayın belirli ihtiyaçları etkili oluyor.

Cariye deyince hemen akla padişahların yatak odaları gelmemeli. Harem dairesinde eski usûl sürmekte olup küçük yaşta saraya alınan kızlar haremin çeşitli sahalarında hizmette kullanılmaya devam ediliyor. Çamaşır, bulaşık vb. ne kadar ev işi varsa bunlar sarayda da var. Haliyle istihdam edilecek hizmetçi kızlar da lazım.

Bu belge de böyle bir taleple ilgili. Önceki belgelerde açıkça yazılı ama ben bu kısa belgeyi paylaşmak istediğim için konu muğlâk olmasın.

Konya bölgesine yeni gelen Çerkez muhacirler arasından güzel, küçük ve Türkçe bilmeyenler saray haremi için talep ediliyor. Eski yerleşiklerden de olabilir ama Türkleşmiş ve lisanlarını değiştirmiş olanlar istenmiyor. Evet, Osmanlı çok etkili asimilasyon politikaları gerçekleştirmiş! O kadar ki sarayın haremine Türkçe bilir cariye istemiyor. Bana ilginç geldi. Sizi bilmem…

Belge Metni:

Konya Vilayeti’ne Şifre
C. 22 Mayıs 1307

Yeni muhacirîn içinde bulunmadığı halde matlûba muvafık olmak şartıyla eski muhacirîn içlerinden buldurulmasında be‘s olmayıp fakat bunlardan bir takımı mürûr-ı zamân ile Türkleşip adetâ lisanlarını değiştirmiş olduklarından o gibi şeyler olmamasına be-gayet dikkat olunması babında.

23 Mayıs 1307 – [4 Haziran 1891]
BU İNSANLAR ACAYİP CESUR OLMUŞLAR

Sultan İkinci Mahmud’un devlet adamlarından ettiği şikayet ve sitemlerini okuyup bugünkü halimize şükretmemiz gerekiyor. Şimdikiler de ha bire bizi tedip edip oturun oturduğunuz yerde demiyorlar mı? Tek farkları, sen şuraya sen buraya diye bizi sürgüne göndermemeleri… İkinci Mahmud'un kendi kaleminden...

Belge Metni:

Benim Vezirim,

Bu nâs ne acayip cesur olmuşlar. Bu kadar tedip ederim yine lisanlarını hıfz edip Allah’ın verdiği nimete razı olup oturmazlar. Şu Cizye Muhasebecisi esbak Et Katibi Ahmed Efendi’yi Kütahya’ya ve Hanya’dan gelen Topçular Katibi esbak Salih Efendi’yi İstanköy ceziresine şimdi nefy edesin ve Efendi daimize dahi haber gönderesin İstanbul mazullerinden Hammamizade Raşid Efendi’yi Bursa’ya nefy olmasını işaret eylesin ve Muhyizade Esad Efendi yalısında ikamet edip çıkmamasını tenbih eylesin. Bu kadar ehil olanlara ikram ederim, bu kadar şayeste-i tedip olanlardan müsamaha ederim bir vechile huylarından geçmeyip lisanlarını hıfz etmezler. Allah insaf vere.
OSMANLI'DA SADRAZAMIN FUHUŞA VERDİĞİ CEZA

Osmanlı Devleti’nde fuhuş şiddetle cezalandırılan bir suçtu. 22 Haziran 1602 tarihli bu küçük belgede Beylerbeyi Hanı’nda yakalanan üç fahişeden ikisinin teşhir edilmesi ve birinin de çuvala konulup asılması sadrazam tarafından emrediliyor. Teşhir ve çuvala konulup asılma nasıl gerçekleştiriliyordu bilmiyorum, araştırmak lazım. 

Bu küçücük kâğıttan aynı zamanda bir döneme Suhte İsyanları olarak adını veren isyancı öğrencilerin elebaşılarından birinin adını öğreniyoruz. Suhte Sinan isimli bu isyancıya aynı zamanda Celali sıfatını da yakıştırıyor. Sadrazamın kesin emridir. Hakkından gelinecek.

Bu tarihte sadrazam Yemişçi Hasan Paşa’dır. Çok zalim ve kan dökücü bir sadrazam olarak iyi bir isim bırakmamıştır.

Belge Metni:

Beylerbeyi Hanı’nda ahz olunan üç nefer fahişelerin ikisi teşhir olunup biri çuvala konulup salboluna deyu buyruldu.

Ve Sinan Suhte nâm Celâlînin hakkından gelinmek buyruldu. Ehl-i fesâd suhteler başı imiş.
1011.M.2 [22 Haziran 1602]


Sinan Çuluk Yazılarından....


SULTAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD’İN SADARET TEVCİHİ HATT-I HÜMAYUNU

Sultan İkinci Abdülhamid’in Hüseyin Hilmi Paşa’yı Sadrazamlığa, Ziyaeddin Efendi’yi Şeyhülislamlığa getirdiği Hatt-ı Hümayunudur. Kendi elinden çıkma olup altındaki imzası ile de ayrıca öneme haizdir. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa iki ay görevinde kalabilecek, 31 Mart olayı olarak bilinen hadisede (13 Nisan 1909) yerini Tevfik Paşa’ya bırakacaktır. Abdülhamid’in göreve tayin ettiği Sadrazam ve Şeyhülislama Kanun-ı Esasi’yi koruma ve memleketin asayişini sürdürmeyi kesin olarak emrimdir vurgusu önemlidir. Sultan Abdülhamid bu tedbirlere rağmen tahttan indirilme yolunu bir türlü kapatamamıştır.

Belge Metni:

Bihi
Vezir-i Meâl-i Semîrim Hüseyin Hilmi Paşa
Kamil Paşa’nın hasbe’l-lüzum vuku‘-ı infisaline mebni mesned-i Sadaret sadakat ve ehliyetinize binaen uhdenize ve mesned-i Meşihat dahi Rumili Kadıaskeri Ziyaeddin Efendi uhdesine ihale ve tevcih kılınmağla diğer vükelanın bi’l-intihab memuriyetleri icra olunmak üzere arzı ve Kanun-ı Esasi’nin muhafazası ve memleketin idame-i asayiş ve emniyeti ve Devlet-i Aliyye ve Memalik-i Şahane’mizin umran ve terakkisi ve kâffe-i tebaamızın saadet-i hâl ve refâhı esbabının istikmali nez[d]imizde be-gayet mültezem olduğundan ana göre sarf-ı mesai ve gayret olunması matlub-ı kat‘î-i Şahanemizdir. Cenab-ı Hak tevfikat-ı ilahiyyesine mazhar buyursun. 22 Muharrem 1327 – [13 Şubat 1909]
Abdülhamid


Sinan Çuluk Yazılarından alınmıştır..
ŞÜHEDÂYA LÂYIK EVLATLAR OLABİLMEK DUÂSIYLA...

"Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: 
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. 
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!"

"Mehmed Âkif Ersoy, Çanakkale Şehitlerine"den

Fotoğraf: Çanakkale savaşı için ailesiyle vedalaşan bir asker...
Dua…Sevgiliye yazılmış bir mektup gibidir.. Zarfın içine yüreğini koyanın, dua'sı kabul edilir. . . !!

"..Ve zamanı geldiğinde, Rabbin sana (kalbindekini) verecek, seni hoşnut kılacak!" (Duha 5)



TÜRK TARİHİNİN EN ŞANSLI KÂĞIDI

Bu kâğıt iskambil destesinden değil, Osmanlı Arşivi’ndendir. Üzerinde bir padişahın elinden çıkmış yazı bulunan kâğıt, o devirlerde bazen kutsal addedilmiştir. Bazı işgüzar sadrazamlar tarafından “hünkârımızın dest-i hattı” elden ele gezmesin diye padişahın el yazısı makasla o kâğıttan kesilmiştir. Günümüzde çok sayıda kesik takrir arşivde mevcuttur. Eğer ki sadrazam böyle işgüzarlık yapmamışsa padişah el yazısı o kâğıdın üzerinde günümüze kadar gelmiştir.

Burada görüntüsünü verdiğimiz belge ise aynı kâğıt üzerinde iki padişahın birden el yazısını barındırması itibariyle önem kazanıyor. Bir benzerine bugüne kadar rastlamadığım bu belgede üstteki iri harfli el yazısı Sultan Dördüncü Mustafa’ya, alttaki yazı ise Sultan Üçüncü Selim’e aittir. Her nasılsa Üçüncü Selim’in emri, vefatından sonra Dördüncü Mustafa’nın da tasdikine muhtaç olmalı ki onun da emri bizzat tarafından yazılmış. Bu belgeyi iki ayrı padişahın el yazısını barındırmasından dolayı Türk tarihinin en şanslı kâğıdı ilan ediyorum.

Belge Metni:

İHSAN-I HÜMAYUNUM OLMUŞDUR (Sultan Dördüncü Mustafa’ya ait)

Validem Kethüdası Ağa
Vakf-ı Hamidiyye’den elli bin kuruş vaktiyle eda etmek şartıyla Esma Sultan kethüdasına teslim edesin. (Sultan Üçüncü Selim’e ait)



29 Mart 2013 Cuma


                    HIRKA-İ ŞERİF SUYUNUN

      RAMAZAN-I ŞERİFTE HANEDANA TAKSİMİ

 

Hırka-i Şerif Peygamber efendimizin (s.a.s) Topkapı Sarayı’nda altın ve gümüş sandık içerisinde muhâfaza edilen hırkasına verilen isimdir. Yazdığı güzel kasîdesinden dolayı, Eshâb-ı kirâmdan Ka'b ibn-i Zübeyr'e, Peygamber efendimiz (s.a.s) tarafından hediye edilmişti. Asırlardan beri İslâm devletleri tarafından büyük bir itina ile saklanan Hırka-i Saâdet, Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerîfi tarafından diğer mukaddes emânetler ile birlikte Yavuz Sultan Selim Han’a teslim edildi.


Peygamber efendimize âit mübârek eşyâlarının bütün Müslümanlarca çok büyük değeri ve bunların arasında bilhassa Hırka-i Saâdetin husûsî bir yeri vardır.       Bunun sebebi, hırkanın halîfelik alâmeti sayılmasıdır. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır'dan İstanbul'a getirdiği mukaddes emânetler, bir müddet Topkapı Sarayı Harem Dairesinde kaldı. Daha sonra Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saâdet Dâiresi yaptırılarak orada muhâfaza edilmeye başlandı.

                 

Her yıl Ramazan ayının on ikinci günü Hırka-i Saâdetin içinde bulunduğu sanduka, Revan Odası’na taşınır, umûmî bir temizlik yapılır; bu arada duvarlar gülsuyu ile yıkanır, öd ağacı ve buhurlar yakılır, dâirenin direkleri cilâlanırdı. Ramazanın 15. günü devlet ileri gelenleri, âlimler, yeniçeri ve sipâhî ağaları, Bâbüssaâde önünde öğleden önce toplanırlardı. Sadrâzam, Ayasofya Câmii’nde şeyhü’l-islâm ile birlikte namaz kıldıktan sonra, alay hâlinde Arz Odasına gelirlerdi. 

                Padişah ile beraberindekiler de Hırka-i Saâdet Dâiresi’ne geldikten sonra, yeşil ipek kadifeden som sırmalı, ince işlemeli ve yedi bohçaya sarılı altından yapılmış olan Hırka-i Şerif’in bulunduğu bu çekmece pâdişâhta bulunan altın bir anahtar ile açılır ve Hırka-i Saâdet ortaya çıkarılırdı. Bu işler yapılırken, pâdişâhın birinci ve ikinci imâmları ile has oda imâmı ve ayrıca güzel sesli müezzinler, Kur'ân-ı Kerîm okurlardı. Önce pâdişâh, sonra işâret ettiği kimseler sıra ile Hırka-i Saâdete yüzlerini ve gözlerini sürerlerdi.        

                Hırka-i Şerif saygı ve hürmetle öpüldükten sonra, altın bir tas içindeki suya batırılarak yıkanır, bir kap içinde yakılan ambere tutulup kurutulurdu. Altın tastaki su da şişeler içindeki sulara bir kaç damla taksim edilirdi. Şişelere taksim edilen su önce hanedana, saray erkanına ve sair hizmetkârlara özenle dağıtılırdı.

              Kaynaklarda bu âdetin sahabe dönemine kadar gittiğine dair rivayetlere rastlamak mümkün. Meselâ Hazreti Ayşe'nin (r.anhâ) kız kardeşi nezdinde Peygamberimizin, (s.a.s) bir hırkası muhafaza edilir, insanlar hastalandıkları zaman rica edip hırkanın ıslatıldığı su ile Cenab-ı Hak'tan şifa talep ederlermiş. Aynı şekilde Ömer İbni Abdülaziz de Peygamber Efendimiz'in (s.a.s) yorgan olarak kullandığı ve üzerine teri sinmiş bir örtüyü su içinde ıslatıp bu su ile yıkanır ve iyileşirmiş.

Sultan İkinci Mahmud, şişelere doldurulmuş sade suların aktarlarda Hırka-i Saadet suyu diye yüksek fiyatla satıldığını haber aldığında, bu olayın suiistimal edilmemesi, hem bu sahtekârlığın önüne geçmek için, hem de bu tarz bir ziyaretin Hırka-i Saadet'e zarar verdiği düşüncesiyle, bir önlem alır ve o günden sonra  hırka-i şerif suyunun dağıtılmasını kaldırıp, üzerlerinde Seyyid Şeyhü’l-islâm Ârif Hikmet Bey’e âit olan beyitlerin yazılı olduğu tülbentleri, Hırka-i Saâdete sürüp, ziyârete gelenlere dağıtmaya başlamış. Günümüzde aileler elinde ya da koleksiyonlarda saray merasimlerinden yâdigâr destimâllere rastlamak mümkün.

Valide Sultan’dan başlayıp Hırka-i Şerif suyunun dağıtıldığı kimselerin yazılı olduğu Osmanlı Arşivi’ndeki orijinal belge.

Bâb-ı Âli





“Yüksek kapı”, “yüce kapı” anlamlarını taşıyan bu terim Sadrazam konağına işaret etmektedir. Anlamı genişledikçe Sadrazam konağına “Paşa Kapısı” ve “Bâb-ı Âsafi”denmeye başlamıştır. Ancak 1808’deki Alemdar olayından sonra yeniden yaptırılan binaya dönemin padişahı Mahmud-ı Adli diye bilinen II. Mahmud’a izafeten Bâb-ı Adl ya da Bâb-ı Adli denmiş, ve 19. yüzyılın ikinci yarısında Bâb-ı âli deyimine dönülmüştür.
Başlangıçta devlet işleri bugünkü anlamıyla bakanlar kuruluna karşılık gelen ve haftanın dört günü toplanan Divan-ı Hümâyun’da görülürdü. Haftanın bir günü de Sadrazam konağında “ikindi divanı” toplanırdı.
Son iki yüz yılda Osmanlı Devleti’nin işleyişindeki değişiklikler ve Sadrazamın ikindi divanlarının devlet işlerini üstlenmesi ile birlikte, yeni bir toplantı düzeni de kurulmuştur. Divân-ı hümayun’da bulunan kalemler, defterler ve kayıtlar Bâb-ı âli bünyesinde yer almaya başlamıştır. Reisülküttab ve divan kalemleri, çavuşbaşı ile dairesi ve maiyeti, teşrifatçı vb. Bâb-ı âli’ye taşınmıştır. Bunlar sadrazamın maiyeti olan kethüda ve mektupçu ile birlikte “Hademe-i Bâb-ı âli” adını almışlardır.
Tanzimat’la birlikte gündeme gelen meclislerde Bâb- ı âli’nin yapılanmasında rol oynadılar. 1838’de kurulan Meclis-i Vâla-yı Ahkâm-ı Adliye ile Dar-ı Şûra-yı Bâb-ı âli, Osmanlı bürokrasisine yeni bir boyut getirmiştir.
Sadrazam konaklarının saraya yakın olması için Cağaloğlu’nda yer almaları dışında belli bir yerleri yoktu. Naima tarihinde, Sultan I. İbrahim döneminde sadrazam olan Kemankeş Kara Mustafa Efendi’nin şimdiki Bâb-ı âli yerinde bir sarayının olduğunu ve burada memurların da bulunduğundan bahsediyorsa da bu mekânın resmen Bâb-ı âli olarak açılması 1756 yılında Sultan III. Osman tarafından yapılmıştır. Böylece Sadrazam konaklarının sürekli olarak bulunduğu ve devletin fiilen de yönetildiği merkez burası olmuştur. 1839 yılındaki yangından sonra 1844’ten itibaren sadrazamın ikametgâhı olmaktan çıkarılarak tamamen devlet dairesi statüsü almıştır.
Bâb-ı âli altı kez yanmıştır. Bu yangınların genel İstanbul yangınlarından ve binaların ahşap oluşundan başka önemli bir anlamı da vardır. Yeniçeriler sadrazamı düzenin bozulmasından sorumlu tuttuğu için konağın etrafında toplanarak ateşe vermişlerdir. Sadrazam konağı neredeyse yangın oradan başlamıştır.
Defalarca yanan ve yenilenen bu yapılar günümüze Stefan Kalfa’nın yatay kuruluşlu sade ampir cepheli yapılarıyla ulaşmıştır. Saray erkini temsil eden iki katlı Alay Köşkü’nün karşısında, barok saçak ve örtülü, çeşmeli bir zafer takı düzenindeki Bâb-ı âli kapısı sadrazam ve hükümette odaklanan yürütmenin sembolik ifadesini yansıtırken, Alay Köşkü’nden daha alçak olmasıyla da hiyerarşiyi mimaride de yaşatmaktadır. Bâb-ı âli, Osmanlı Devleti’ndeki ilk kamu binasıdır.
Stefan Kalfa’nın yaptığı bu yeni Bâb-ı âli, eskilerden kat döşemeleri hariç, kârgîr oluşu nedeniyle de ayrılmaktadır. Üzerinde çeşitli değişiklik ve yıkımlar yapılmışsa da mimarın yaptığı ana hatlar halen durmaktadır. Ancak eski mekan düzeni yalnızca bugün Vilayet konağı olarak kullanılan eski Sadaret Dairesi tarafında korunabilmiştir. Özgün halinde yapı, birbirlerine kuzeybatı- güneydoğu doğrultusunda bağlı, geniş sofalar çevresinde dizilmiş odalardan oluşuyordu. Yaklaşık 220 m. uzunluğundaki bu bölümlerin iki uçunda alçak, ortadaysa yüksek bir bölüm yer almaktaydı. Söz konusu alçak bölümler kuzeybatıda Sadaret, güneydoğuda Hariciye Nezareti, ikisi arasındaysa Şura-yı Devlet daireleri olarak yerleşmiştir.
Mimari açıdan eski Bâb-ı âli’den farklılaşsa da yeni yönetim merkezini var eden ana ilkelerin büyük oranda eski yaklaşımla bağlantılı oldukları görülür. Örneğin, klasik dönemden beri daima devletin merkezi mali yönetimiyle mülki yönetimi birbirinden özerk, ama kendi içlerinde iki büyük bürokratik kitle oluşturmuşlardır. Bu oluşum güçler ayrılığı ilkesinin eskiden beri yaşatıldığına da delildir.
1844’de yapılan yeni Bâb-ı âli’nin yeri işleviyle birlikte değişmiştir. Topkapı Sarayı’nın önemini yitirdiği ve yalnızca onama makamı olarak kaldığı bu tarihten sonra Alay Köşkü’ne bakan kapı işlevini yitirerek Ankara caddesine bakan yani Hariciye’nin bulunduğu güney kapısı önem kazanmıştır. Çünkü artık Osmanlı Devleti’nin işleyişini sürdüren hükümetin ismi Bâb-ı âli’dir. Hariciyenin önem kazanması ile birlikte haberin yakınında olan gazetecilerde buralara yerleşmiş ve uzun yıllar Türk basını ifade eden Bâb-ı âli deyimi anlam olarak yaşamaya başlamıştır.
Sonraki yıllarda Bâb-ı âli alanının içinde söz konusu ana kitleden başka iki önemli yapı gerçekleştirilmiştir. Birincisi İsviçreli-İtalyan mimar Gaspare Fossati tarafından tasarlanıp yapılmış olan Hazine-i Evrak Nezareti’nin kullanmış olduğu arşiv binasıdır. Fossati’nin duvarları kârgîr, kat döşemeleri, merdiven, kapı ve pencere kanatları demirden olan ve İstanbul Tersane’sinde üretilmiş olan binası Türkiye’deki ender Palladyen tasarımlardan biri oluşuyla da dikkat çekmektedir.
Bâb-ı âli içindeki ikinci yapı ise yaklaşık 1910’da Ankara Caddesi tarafında konumlanan ve I. Ulusal Mimarlık Akımı çizgisinde yapılan, yine arşivin kullandığı küçük bir yapıdır. Ana Bâb-ı âli yapısı 1844’teki yapımının ardından iki büyük yangın daha geçirmiştir. İlk yangında Ortada Şura-yı Devlet’i barındıran kesimin ve güneydoğu ucunun bir kısmı yanmış ve hızla onarılmıştır. 1911’deki ikinci yangında ise orta kesim yeniden yanmış bir daha onarılmayarak ortadan kaldırılmıştır. Böylece tek bir kitle değil birbirinden bağımsız iki ayrı yapı ortaya çıkmıştır. Yapıların iki ayrı kitleye ayrılması Bâb-ı âli’nin bürokratik örgütlenmesinin ifadesi olan ve Dolmabahçe Sarayı’na benzeyen hareketli, ancak tekil kitlesel ve işlevsel bütün oluşturan mimarisini de bozmuştur.
Cumhuriyetten itibaren eski Sadaret dairesi Vilayet Konağı olarak kullanılmaya başlamış, yapı üzerindeki neoklasik bezemeler kaldırılarak yalın bir biçimde sıvanmıştır. Vilayet Konağı, 1980’lerin sonlarında ve 1997 yılında yeniden eski görünümüne kavuşturulmak üzere bir dizi restorasyondan geçmiştir.
İstanbul Valiliği resmi web sitesinden alıntıdır.