30 Nisan 2013 Salı

GÜL BABANIN GÜLLERİ





                                                                


                 Fatih Sultan Mehmed Han’ın ölümünün ardından tahta geçen Oğlu II. Beyazıd avdan dönüyordu. Yorgundu ve bir an evvel saraya dönüp dinlenmek istiyordu, ansızın atını durdurdu havayı kokladı ve derin derin nefes alıp ferahladıktan sonra sordu:

                "- Bu güzel kokular da nereden geliyor böyle?"

                 Yanındaki vezirlerden biri cevap verdi:

                "- Devletlü Padişahım! İstanbul kuşatmasına katılan gazilerimizden tabiat aşığı biri vardır ki, O'na Gül Baba derler. Aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Şu yamaçları güllerle ve dahi türlü çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular O'nun bahçesinden gelmektedir."

                Vezirin anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah!
                "- Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim!"

                Beyazıd Han; ve maiyeti tüm yorgunluklarını unutmuşlardı. Gül Baba'nın kulübesine doğru yürüdüler. Kulübeye doğru yaklaştıkça gül kokuları artıyor, insanın gözü-gönlü açılıyordu. Değerli misafirlerin geldiğini gören Gül Baba koştu, onları kapıda karşıladı. Padişah, daha atından inmeden sordu:

                "- Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri gül bahçesine çeviren yiğit asker, selam sana!"

                Gül Baba mahçup olmuştu, güçlükle konuşabildi:

                "- Sizden böyle iltifatlar görmek bizim için ne büyük şereftir Sultanım, sağolun!"

                "- Sen ki, İstanbul'u fetheden ordunun bir neferi olarak şereflerin en büyüğünü almışsın Gül Baba. O büyük şerefin yanında bizim sözlerimizin hükmü mü olur?"

                Gül Baba tebessümle başını öne eğerken Padişah atından indi ve Gül Baba'nın gösterdiği mindere bağdaş kurup oturdu. O'nun kendi elleriyle pişirdiği kahveyi yudumlayıp yorgunluğunu giderdi. Sonra da şöyle bir teklifte bulundu:

                "- Dilersen seni saraya alayım. Artık çalışma da yaşlılık devrini dinlenerek geçir!"

                "- Sağolun Sultanım! Burada oturmak benim için daha iyi. Amma bir iyilik yapmak istersen, şu kulübemin bulunduğu yere bir mektep-medrese yaptır ki, memleketimizin çocukları ilim-irfan öğrensinler!"

                Gül Baba'nın sözleri Padişah'ı çok duygulandırmıştı. Yerinden kalkarken O'nu mutlu edecek cevabı verdi:

                "- Gönlün rahat olsun Gül Baba, dilediğin olacaktır!"

                 Sonra bahçeyi gezdiler...

                 Padişah gülleri okşuyor, eğilip kokluyor ve yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada Gül Baba da özenle seçtiği gülleri koparıp demet yapıyordu. Padişah ayrılırken O'na bir demet sarı, bir demet kırmızı gül verdi. Padişah gülleri alıp kokladı, bağrına bastı ve atını sürüp gitti.

                 Kısa zaman sonra ise Gül Baba'nın kulübesi yıkıldı ve oraya büyük bir bina yapıldı. Zaman içerisinde okul oldu, hastane oldu ama hep insanlığa hizmet etti. 1868 yılında "Mekteb-i Sultani" adıyla yeni bir kimliğe bürünen okul, Cumhuriyet döneminde de "Galatasaray Lisesi" adını aldı.

               Gül Baba'nın Sultan İkinci Bayezıd'a verdiği o güzel kokulu sarı ve kırmızı güller önce bu lisenin, sonra da Galatasaray Spor Kulübü'nün sembolü oldu.

               Gül Baba'nın türbesi bugün de orada, okulun bahçesindeki yeşillikler arasındadır.

25 Nisan 2013 Perşembe








                                         SAHİ NEYDİ ÇANAKKALE




Heryıl Çanakkale Savaşı’nın

sene-i devriyesinde

yapılan anma törenleriyle

türlü çalgılar,

konuşmalar, gösteriler

ve yürüyüşler eşliğinde

andığımız şehitlerden bir

Kur’ân-ı Kerim Hatm-i Şerîfini  

çok görmek miydi Çanakkale Ruhu dedikleri şey?


Çanakkale Savaşı, Çanakkale Ruhunu anlamak adına yıllarca konuşuldu, yazıldı, seminerler verildi ve akın akın insanlar Çanakkale’ye ziyarete teşvik edildi. Çeşitli belediyeler Mehmedim’e selam sloganlarıyla beldelerindeki halkı hiç ücret taleb etmeden Çanakkale’ye götürdü, yedirdi, içirdi şehitlikleri ziyaret ettirdi. Yalnızca Türkiye’den değil dünyanın sair yerlerinden insanlar akın akın Gelibolu Yarımadası’na gelerek ecdadına dualar etti.
Yapılan programları izlerken, şehitlikler onarılıp abideleştirirken, kâh gözlerimiz doldu, kâh dilimizden dualar süzüldü. Çünkü yıllar yılı adeta bir unutulmuşluk, bir boşvermişlik bir vefasızlık vardı şehitlerimize.
Şimdi bizler Çanakkale’ye gittiğimizde anıt mezarlar karşılar bizleri duygulanır Fatihalar okuruz vatan toprağı için can veren ecdada. Ve belki de mutlu oluruz şimdiye dek yapılmayan anıt mezarlar şimdilerde yapıldı, yapılıyor ve ya yapılacak diye. Güzel şeyler yapıldı elbet, inkâr etmek hak yemek olur.
Ancak yıllar yılı Çanakkale Şehitliklerine yapılan vefasızlık şimdilerde anıt dikmeyle ve çeşitli anma törenleriyle telafi ediliyormuş gibi gösterilse de dikilen anıtların ruhsuzluğu ve kimliksizliği, yapılan törenlerin hiçbir yakışığı olmayan boş zırıltısı Çanakkale Ruhu denilen olayın maalesef hala anlaşılmamış olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.
Ruhsuz ve kimliksiz diyorum çünkü şehitliklerin isimler dışında kimliği yok. Diğer ülkelerin anıt mezarları ile karşılaştırdığımızda aralarında hiçbir fark yok. Kelime-i Tevhid ile can veren şehitler için yapılan şehitliklerde Müslüman olduklarına dair herhangi bir ibare yok. Dışarıdan gelen turistler dahi durumu eleştirirken, bizim idarecilerde hâlâ bilinç yok.
Bugün Avrupa’ya ve ya Amerika’ya gidin ve oradaki mezarlıkları ziyaret edin Hristiyan mezarları ile Çanakkale şehitlikleri arasında hiçbir fark olmadığını açıkça göreceksiniz. Adı şehitlik ancak şehide rastlar bir emare yok.
Hiçbir anlam ifade etmeyen beton yığınlarını bir araya getirmek miydi Çanakkale ruhu dedikleri şey? Yoksa belediyelerin halktan topladıkları vergilerle akın akın insanları oraya götürmek miydi? Mehmedim’e selam diyerek çıkılırken yola, yetkililerin; acaba şehidlerimiz ziyarete gelinsin için mi verdiler canlarını diye, kendi kendilerine sormaları gerekmez miydi? Din uğruna, iman uğruna, hilafet uğruna, devletin bekası uğruna can veren şehidler canlarını bunun için mi vermişlerdi. Din-iman bozulmasın, İslam’ın asırlardır bayraktarlığını yapmış bir milletin iman ahlakı elinden alınmasın diye mukavemet gösterilmemiş miydi düşmana?
Şimdi soruyorum! Osmanlı mezar tarzı üslubunda mezarlar yapılamaz mıydı? Onların mezarlarında dinlerini sembolize eden haç var, bizim şehitlerimizin mezarları da Müslüman mezarlarına benzeyemez miydi? Dikilen anıtlarda Türk-İslam kültürü birlikte anlatılamaz mıydı? Her yıl 19 Mart’ta yapılan törenlerde bir Kur’ân-ı Kerim okutulamaz mıydı? Anzaklar bile her yıl ülkelerinin önde gelen din adamlarını getirip dua ettirirken bizler de AYETLERLE DUALAR EDEMEZMİYDİK DEVLET ERKÂNI OLARAK.
Ne yazık ki; Çanakkale semalarında Allah’ü ekber nidaları ile can veren Mehmetçik şimdilerde Turistlik gezilerle anılıyor. Üç-beş sütun, birkaç cam parçası ile ruhları şad edildi sanılıyor. Gelir-gider, haram-helal kimsenin umurunda değil Mehmetçik bile siyasete alet ediliyor.
Peki, nedir Çanakkale;
Yüzbinlerce insanın şehid olduğu, toprağın altmış yılı aşkın bir süre kan koktuğu, dede, baba, oğul üç kuşağın vatanı korumak için kanının son damlasına kadar savaştığı Çanakkale Savaşları, Türk’ün mukavemetini kırmak isteyen İtilaf Devletleri’ne Türk’ün gücünü kanıtlamış, kendisini öldürmek isteyenlere son anında yaktığı hakikat meşalesiyle cevap vermiştir.
Türk’ün bayrağını yere düşürmemek, minareleri yıktırıp ezanı dindirmemek için yazılan bir kurtuluş destanıdır Çanakkale.
Türk’ün kendisini artık öldü sanan insanlığa verdiği en güzel cevaptır Çanakkale.
İtilaf Devletleri tarafından masa başında toprakları dağıtılan Osmanlı halkının, dirilip ayağa kalkması ile attığı Osmanlı Tokadıdır Çanakkale.
Savaş anında bir milletin dinini-milletini özetlediği ahlak gücüdür Çanakkale.
Umudun sönüp, ufkun karardığı, bir milletin sonbaharı yaşanırken yeşerttiği varoluş baharıdır Çanakkale.
Türk’ü dünyaya kanıtlayan, öldü denildiği anda yeniden dirilebileceğini anlatan, ölüsüyle bile dünyaya nam salan bir varoluş destanıdır Çanakkale;
Gün gelecek şehitlerimiz bunların hesabını elbet soracaktır.
Sormadan sorgulamadan oralara gitmek değil, vatan uğruna can veren şehitlere layık olabilmektir marifet. Çanakkale’yi turistlik gezilere uygun hale getirip ecnebi usulü mezar yapmak değil, İslam ruhu ile şahlanan kahraman askere Müslüman mezarı yapıp, gönüllere oturtabilmektir esas meziyet.

22 Nisan 2013 Pazartesi





                         DİLLERE DESTAN OSMANLI TOKADI


Deliler Osmanlı Tokadını
öyle şiddetli indirirdi ki;
tokada maruz kalan düşman askeri
ya ölür ya da savaşa devam edemeyecek duruma gelirdi.

Osmanlı’nın askeri sınıflarından biri olan Deliler 15. yüzyılda tarih sahnesine çıkmışlardır. İlerleyen zaman ve edinilen zaferlerden sonra ordunun önemli bir parçası haline gelen Delilerin asli görevleri, sefere ordunun en önünde gitmek ve düşman saflarına hücum etmekti. İri cüsseleri ve ürkütücü kıyafetleri ile düşmana korku salarak arkalarından gelecek birliklerin işini kolaylaştıran Delilerin bir diğer görevleri ise esir aldıkları düşman askerlerinden orduları hakkında bilgi edinmekti.

                    Silah olarak eğri pala, kalkan, mızrak ve bozdoğan taşıyan deliler, başlarına pars ya da benekli sırtlan derisinden yapılmış tüylü bir miğfer giyerlerdi. Kalkanları kuş tüyleriyle süslü olan delilerin giysileri ise aslan, kaplan ve tilki postundandı. Şalvarları ayı ve ya kurt derisinden imal edilirdi. Ayaklarına ise "serhatlik" denen sivri burunlu mahmuzlu bir çizme giyerlerdi.


 
Üzerlerinde ayı, pars ve ya sırtlan postundan kılları dışarıda şalvar giyerlerdi. Bayraklarında “Kaderde ne varsa o gelir başa” yazılıydı. 17. yüzyılda giysilerine yapılan değişikliğin ardından başlarına bir arşın uzunluğunda siyah kuzu derisinden üstü sarıklı bir kalpak giymeye başladılar.

                   Osmanlı Askeri birliklerinin arasında en önemlilerinden biri olan “Deliler” birliğine bu ismin verilmesinin sebebi ise akli dengelerinin bozuk olması hasebiyle değil, atılgan ve gözüpek olmalarındandı. Zaten “Deli” kelimesi Türkçe itibariyle “akıl almayacak derecede cesur” anlamında kullanılmaktaydı.

Milliyet bakımında Boşnak, Hırvat, diğer Slav halklardan askerlerin yer aldığı Deliler birliğinin büyük çoğunluğu Türklerden oluşmaktaydı.  Bu birliğe girebilmek için savaş tecrübesi ve maharet özellikleri gerekliydi. Gerekli özelliklere sahip askerler, tertiplenen törende yemin ederek delibaşlığını giyiyor ve ocağa katılıyordu.

Islatılmış mermer üzerine çıplak elle tokat atarak talim ettiklerinden inanılmaz bir bilek gücüne sahiplerdi. Korkunç görünümlü askerlerin yalnızca bir kalkanla ve bazen de hiçbir savunma aleti bulunmadan üzerlerine saldırdığını gören düşman askeri ne olduğunu anlayamadan, mermere meydan okuyan meşhur Osmanlı Tokadıyla karşı karşıya gelirdi. Deliler Osmanlı Tokadını öyle şiddetli indirirlerdi ki; tokada maruz kalan düşman askeri ya ölür ya da savaşa devam edemeyecek duruma gelirdi.

İşte dillere destan meşhur Osmanlı Tokadı bu sebeple dünyaya nam salmıştır.

60’ar kişilik “Bayrak” adı verilen askeri bölüklere ayrılan ve “Delibaşı” isimli komutanlarınca idare edilen Deliler, 16. yüzyılda; Rumeli beylerbeyi, Semendere ve Bosna sancak beylerinin yönetiminde olmuşlar, 17. yüzyılın sonlarında ise Anadolu beylerbeylerinin yönetimleri altında tutulmuşlardır.  18. yüzyılda bozulmaları ve köylere saldırmaya başlamalarıyla görevden alınmış, eşkiyalık faaliyetleri sebebiyle 1829'da dönemin padişahı Sultan II. Mahmud tarafından dağıtılmıştır.





20 Nisan 2013 Cumartesi





Ey İnsan;
Uzuvlarının zevkini tatmin eden,
Kalbine nedamet ağacı dikecektir.
Yumruk atmaktan zevk alanlar,
Belki dostlarının tekmeleri ile can verecektir.
Kendini Hakk’a değil;
Halka beğendirmeye çalışanlar,
Bir gün mutlak zelil olacaklardır.
İslami ahlaktan ayrılanlar,
Yollarını şaşırmış yolsuzlara benzeyecektir.
Ey İnsan;
Unutma ki ilim kalelerini cahalet kuşatmıştır.
En büyük marifet;
Hak’la Batılı ayırabilmektir.
Sır sendedir.
Sen cehalet çemberini yarıp,
İlim burcuna çıkıp,
Hakk’a tabi olmanın sefasını sürebilirsin.
Ey İnsan;
Her kopan takvim yaprağı yeni bir günü haber veriyor.
Peki sendeki yenilik nedir?

19 Nisan 2013 Cuma






       ENDÜLÜS FATİHİ TARIK BİN ZİYAD

 

 

"Ey Tarık!

Dün Berberi bir köleydin,

bugün muzaffer bir kumandansın.

Yarınsa toprağa gireceksin.

Sonra da Allah'a hesap vereceksin!"

Kölelikten fatihliğe kadar yükselen, İspanya’yı fethedip asırlar boyu hüküm sürmüş Got Krallığı’nı yerle bir eden Muzaffer kumandan Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakması; yalnızca bir fetih için miydi? Yoksa, yerleşik bir inanç ve kültür evreni kurmaya yönelik bir yükseliş, işlevsel bir sıçrayış mıydı?
İspanya Endülüs’ü fetheden Tarık bin Ziyad’ın Doğum yeri ve tarihi hakkında kesin bir bilgi mevcut değildir.  Tarık Bin Ziyad, Emevî halifesi Velîd bin Abdülmelik zamanında (705-715) Kuzey-batı Afrika’nın fethi için vazifelendirilen Mûsâ bin Nusayr’ın âzâdlı kölesi olup, maiyetinde Kuzey-batı Afrika fethine katıldı. Mûsâ bin Nusayr, onun cesareti, vazife sevdası kabiliyeti, zekâsı ve başarısının farkına varınca emrindeki öncü birliklerin başına komutan tâyin etti. Daha sonra Berberîlerle yapılan savaşta Tarı bin Ziyad zafer kazanınca çeşitli hediyelerle birlikte makam vererek Tanca şehrine vâli yaptı.
Mûsâ bin Nusayr, Târık bin Ziyâd’da olan sağlam karakter, şiddete dayanıklılık, kahramanlık, kuvvetli azîm ve irâde, kuvvet, keskin ve isabetli karar verme, fasîh bir konuşma ve dinleyenlere derin te’sirler uyandıracak kuvvetli bir hitâbet ve kâbiliyetin farkındaydı. Ancak liderlerde bulunan bu gibi hasletler sebebiyle onu Endülüs’ü (İspanya’yı) fethe me’mur etti.
Tarık bin Ziyad emrine verilen 12 bin askerden oluşan bir ordu ile İspanya’nın güney sahillerine doğru yola çıktı.  Yıl 711 ve hedef İspanya’nın güney sahilleri idi ve Tarık bin Ziyad şöyle diyordu;

“Allah’a yemin olsun ki, okyanusa ulaşıp atımı suya sürünceye kadar bu niyetimden (İlah-ı Kelimetullah’tan) vazgeçmeyeceğim”.

Emrine verilen askerlerle birlikte hedefe doğru ilerleyen Tark Bin Ziyad, gemide ise şöyle dua ediyordu;

''Bindik katranlanmış gemilere, Allah nefislerimizi, mallarımızı ve ailelerimizi cennet karşılığı bizden alır. Bu uğurda birsey istersek kolaylaşsın bize, hiç aldırmayız kanlarımızın akıp gittiğine, şayet kavuşursak kavuşulması yüce olan şeye...''

Geminin güvertesinde bir ara uykuya daldı. Rüyasında Peygamber Efendimiz (s.a.v) ile şanlı Eshâbını (r.anh) gördü. Sahabenin her biri kılıçlarını kuşanmış, yaylarını germiş, oklarını düşmana fırlatmak için hazır bekliyorlardı. Peygamber efendimiz; “Ey Târık! Yoluna devam et!” buyurdular ve Eshâbı ile birlikte Târık bin Ziyâd’ın önünden Endülüs’e girdiler. Mes’ût komutan, Tarık bin Ziyad bu kutlu rüyadan uyandı. Artık Endülüs’ü fethedeceğine emindi.
 
Tarık Bin Ziyad askeri ile birlikte ilk olarak İspanya’nın güney sahilindeki Buheyra denilen yerde karaya çıkar. Daha sonra buraya Cebel-i Tarık Boğazı ismi verilecektir.

700’lü yıllarda o bölgede kökenleri German ırkına dayanan, Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkarak, Roma’yı yağmalayan Batı Gotları (Vizigotlar) adlı bir kavim hüküm sürmekteydi. Bunlar oradaki halka ağır bir şekilde zulmetmekteydi. Zulümden ve esaretten bıkan halk, Güney Afrika Müslümanlarının burayı fethetmesini istemekteydi.

Tarık’ın ordusu ile bu bölgeye geldiği haberini alan Vizigotlar sayısı 70-100 bini bulan ordularını Tarık’ın ordusu üzerine sürdü. Vizigotlar sayıca daha fazlaydı. İslam ordusu endişeye düştü. Çarpışma yaklaşıyor ve gerilim yükseliyordu. İşte bu noktada Tarık askerlerinin zoru görünce kaçmasını önlemek adına, oraya gelmek için kullandıkları tüm gemilere ateşe verdi. Ve askerlerine dönerek şöyle dedi;

"İşte ey mücahidler! Arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman!"
 
“Artık bizim için geri dönmek olanaksızdır. Önünüz düşman, arkanız deniz ile çevrili bulunuyor. Direnmekten başka şansınız yok. Canınızı kılıçlarınızla kurtarmaktan başka bir şey yapamazsınız. Kısa bir süre derde ve güçlüğe katlanmayı göze alırsanız, uzun süre rahat edersiniz. Ben düşmana hücum ediyorum, siz de arkamdan gelip saldırın. Ben ölürsem zafere ulaşana ya da şehit olana dek savaşın”.

8-10 gün süren savaş oldukça zor geçmişti. Ancak Tarık’ın askeri dehası ve Kral Rodrik’in öldürülmesi İspanyolların gücünün tükenmesine ve geri çekilmesine sebebiyet verdi. Artık savaş kazanılmıştı.  Zafer tüm Kuzey Afrika’da sevinçle ve dualarla karşılandı. Musa bin Nusayr bundan sonra tüm İspanya’nın fethedilmesi için Tarık’a haber gönderip kendisini beklemesini söyledi. Ancak Tarık dinlemedi ve ordusunu üçe bölerek fetihlerine devam etti. Hem bozguna uğrayan İspanyol birlikleri kovaladı hem de kendini savunacak durumda olmayan yerleşim birimleri ele geçirdi. Kurtuba'ya kadar uzanan şehirler ardı ardına fethedilerek Toleytola ele geçirildi. Kısa süre içerisinde gerçekleşen fetihlerle 350 yıllık Got Krallığı sona ermiş oldu.
İspanya’yı fetheden, başarıdan başarıya koşan Muzaffer Kumandan Tarık Bin Ziyad, zafer kazanıp Toleytola şehrine girdikten sonra hükümdarın sarayında ayağının altına serilen hazineleri görünce kendi kendine hitaben şöyle seslendi.
"Ey Tarık! Dün Berberi bir köleydin, bugün muzaffer bir kumandansın. Yarınsa toprağa gireceksin. Sonra da Allah'a hesap vereceksin!"
Bundan sonraki esas hedefi İstanbul’u fethetmek olan Tarık Bin Ziyad yoluna devam eder ancak merkezden gelen daha ileri gitmemelerine dair emir üzerine Şam’a geri döner. Rivayetlere göre Musa bin Nusayr, oğlu Abdülaziz'i Afrika ve İspanya valisi tayin ederek Tarık'la birlikte Şam'a hareket etmiştir. 715 yılında yola çıktıkları sırada Emevi Halifesi Velid bin Abdülmelik ölür ve yerine Süleyman Bin Abdülmelik geçer. Yeni hükümdar Tarık ile Musa bin Nusayr'a ifadelerini aldıktan sonra söz dinmemelerinden dolayı kızgındır.
Bundan sonra Tarık bin Ziyad işlemiş olduğu suçun cezası olarak Şam dışına çıkamamış, kendisine hiçbir görev verilmemiştir. Hatta bir dönem hapsedildiği rivayet edilen Muzaffer kumandanın Şam'da düşkün bir hayat sürmeye mahkûm edildiği bilinmektedir. Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen büyük fatih, 720 yılında Şam'da kederli bir vaziyette hayata gözlerini kapamıştır. Nerede öldüğü, mezarının nerede olduğu hakkında kesin bir bilgi mevcut değildir.
Büyük İslam kumandanı Tarık bin Ziyad’ın derdi eğer hazine olsaydı Got Krallığı’nın hazineleri kâfi gelmez miydi? Yiğitlik, bahadırlık olsun diye savaşsaydı on bin kişilik ordusuyla yüz bin kişilik ordunun karşısına çıkabilir miydi? Vaziyetin vehametine varıp öleceğini anladığında gemilerini yakabilir miydi? Asker geri çekilirken kılıcını çekip öne atılabilir miydi?
Çünkü “O” hedefe ulaşmadan asla geri dönmeyi düşünmeyen, tek yolun zafer olduğuna inanan İslam bayrağını tüm dünyaya asmak isteyen “hedefine yürüyen insanın önünde dünya kenara çekilir diyen yegâne komutan Tarık bin Ziyad’dı.

17 Nisan 2013 Çarşamba






                        Fena bir yok oluşa doğru sürüklendiğine bile kör kalmış halde insanlık.



Üzerinde yaşadığımız yeryüzünde hayatı kolaylaştırmak ve insanoğlunu mutlu etmek adına her geçen gün yeni icatlar ve keşifler oluyor. Yemeden içmeye, barınmadan giyinmeye kadar birçok konuda insanoğlu gün geçtikçe daha kolay yaşıyor, daha az vakit harcıyor. Geçmişte günlerce uğraşılıp yapılamayan nice işler şimdilerde saniyelerle yapılabiliyor.

Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, eğlenmek ve sosyalleşmenin bu kadar abartıldığı, teknolojinin had safhaya ulaştığı, her vaziyetin kolaylaştırıldığı bir toplumda mutlu olması gereken insanoğlu; hep vakitsiz, hep mutsuz, hep umutsuz, hep şikâyetçi, hep bedbaht. Büyüklere saygı yok, küçüklere sevgi yok, sabretmek aptallık, iyilik saflık adını almış.

Her işin başında bulunan kişiye, yaptığı veya yönettiği iş emanettir.” Kaidesi çok gerilerde kalmış, emanete hıyanet marifet sayılıyor. İşler ehil olmayana veriliyor, mühendisin yaptığı kaldırım ikinci gün sökülüyor, devlet daireleri yan gelip yatma yeri, en ufak bir vaziyette eyleme gidilip iş bırakılıyor, eylem yapma adına kimse fazladan çalışayım demiyor, liyakatli olmak boş artık, tanıdıkla iş görülüyor, adam ayırılıyor, adam kayırılıyor, haram yeniliyor. Fakir fukaranın-garip gurabanın halinden habersiz; fakirin çocuğu için bulamadığı sütü zengin köpeğine veriyor. İnsan, kadın, çocuk ve artık ne yazık ki din sömürülüyor. Birileri daha mesut yaşasın diye diğerlerinin imhası savunuluyor.

Eğitim had safhaya ulaşmış, bir değil iki üniversite bitiriliyor, aileler tüm gelirlerini evlatlarının eğitimine harcıyor, her yerde üniversite, her yer kitap, herkes ehil, herkes eleştirmen, insanlar eğitimini tüketmiş okuyandan çok yazar var. Ancak yine aynı herkes;  saygısızlıktan, cahillikten, edepsizlikten şikâyetçi. Bu denli tezatların bir arada yaşandığı başka bir çağ varmıydı? bilemem ama fena bir yok oluşa doğru sürüklendiğine bile kör kalmış halde insanlık.

Sabah kalkılıyor,  işe gidiliyor, akşam geliniyor, dizi izleniyor, nete giriliyor, arkadaşlıklar paylaşımlar, sevgi gösterileri ve ibadetler buradan yapıldıktan sonra uyunuyor sonra sabah tekrar kalkılıyor, işe gidiliyor, hafta sonu bir arkadaşla dışarı çıkılıyor ve sosyalleşiliyor.  1+1 evler çoğalmış, yastıklar ikiye ayrılmış, anne, baba, evlat ayrı odada sanal dünyaya dalmış, dar mekânlarda mutlu olunması için üretilen onca konfor insanoğlunun yalnızlığına seyirci kalmakta. Vaziyete bu açıdan bakıldığında anlaşılıyor ki “insanoğlu özgürlük için sarfettiği çaba sayesinde bir hayli zararda”

Aslında çoğumuz bize dikte ettirilen aptalca şeylerle ömrümüzü tüketiyoruz. Özgürlük naraları atarken kendi kedimizi köleleştiriyoruz.  Ve ya bizi köleleştirmelerine müsaade ediyoruz. İnsanın sosyal varlık olduğunu dokunarak, bakışarak, güvenerek, konuşarak, severek yaşayabildiğini unutuyoruz. “yaşadığımızı sanıyoruz ama bizler ölü ruhumuzun hamallığını yapıyoruz”..

İnsanoğlu artık insanca yaşayabilmeli….

15 Nisan 2013 Pazartesi






                           NE OLDU BİZE?

 

Dokunmadan,
hissetmeden,
ruh ile görmeden yaşıyor,
“Görsünler,
övsünler ve sevsinler diye
adeta kendimizi paralıyoruz”.

 

Çocukken validemle giysi almaya gittiğimizde validemin kendinden emin bir şekilde giysinin kumaşına dokunup iyice incelediğini hatırlıyorum. Kalın mı? ince mi? naylon mu değil mi? yakar mı? yakmaz mı? diye kumaşa defalarca dokunur, cinsini ve işe yararlığını anlamaya çalışırdı. Çünkü bir amacı vardı. O kıyafet elzemdi ve gerçekten ihtiyaç için alınacaktı. Çarşıda, pazarda sebze meyve alırken yiyecekleri bizzat gözüyle görür, eliyle seçerdi.
Biz böyle dokunarak, hissederek anlayan işe yarar mı yaramaz mı düşüncesiyle karar veren bir toplumduk. Dokunduğumuz önce kalbimize iner sonra beynimizle karar verip alırdık. Şimdilerde vitrinde ne gördüysek kumaşına, cinsine bakmadan yakışıp yakışmayacağını düşünüp derhal alıyor, şık giyinmişsin demeleri için takıp takıştırıyoruz. Yiyeceğimiz gıdaları marketlerde çeşitli ışıkların altında görüyor, ışığın verdiği canlılığa aldanıp gidiyoruz.
Bu ve benzeri birçok konuda aynı düzende devam ediyor, yalnızca yakışanı almaya ve doyuranı yemeğe çalışıyoruz. Dokunmadan, hissetmeden, ruh ile görmeden yaşıyoruz. “Görsünler, övsünler ve sevsinler diye adeta kendimizi paralıyoruz”.
Oysa biz böyle değildik; yediğimiz yemekten komşumuza da verir, eve gelen misafire mutfakta olanı eksiksiz ikram ederdik. Mevcut olanı abartmaz, marka ile övünmez, var olandan ikinciye almayı ayıp sayardık. İster Müslim ister gayrımüslim olsun ayırmaz, ikram etmeyi bereket görürdük. Olurda başkası görür, canı çeker alamaz düşüncesi ile sokakta yemek yemeyi haram sayardık. Soframızı deşifre etmez, Allah’ın verdiği nimeti kendimiz yaratmış gibi övünmezdik. Selamı, tebessümü sadaka sayar, iyiliği karşılık beklemeden yapar, insanı Allah’ın emaneti görür, gönlümüzü açardık. Özelimizi anlatmaz, mahremimizi paylaşmazdık.
Ama ne çare ki; artık komşumuzu tanımıyor, yan dairedekini umursamıyor, eksilecek korkusu ile taamımızı paylaşmıyoruz. Elimizde olanı abartıyor, marka ile övünüyor, Allah’ın nasip ettiği ile böbürleniyoruz. Din, dil, ırk vs. gibi nedenlerle insanları ayırıyor, kendi dinimizi işimize geldiği gibi yorumluyor, ötekileştirmeyi marifet sanıyoruz.
“Yediğimiz yemeğin, donattığımız sofranın derhal resmini çekip sanal aleme aktarıyor, cümle alemin gözüne sokuyor, adeta “bak ben bunları yiyorum” diyerek homurdanıyoruz”. Selamı dahi karşılıksız vermiyor, mesleklere ve etiketlere göre arkadaşlar ediniyor, insan ayırıyor, insan kayırıyor, gün geçtikçe sahteleşiyoruz.
Dokunmadan hissetmeden, düşünmeden, çabalamadan yaşıyor, eğitimimizle övünüyor ama okuduğumuzu özümsemeyi unutuyoruz.
Çeşitli paylaşım sitelerine üyelikler alıyor, resimler paylaşıyor, siyaset yapıyor bu şekilde ülkeyi kurtaracağımızı sanıyoruz. Politikacılara sövüyor, sanatçılara dil uzatıyor, yöneticilere edepsizde küfrediyoruz. Başkasının ayıbını utanmadan deşifre ediyor, terbiyesizce küfretmeyi marifet sanıyoruz. Bir defa dahi elimize almadığımız Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmişçesine ayetler yazıyor, Mevlana’dan öğütler yayınlıyor, Risale’den vaazlar veriyoruz. Özlü sözlerimize beğeni istiyor, insanlığın düzeleceğini bekliyoruz. Her anımızı yazıyor, her görüntümüzü sunuyor, mahremimizi ifşa ediyor, özelimizi konuşmaktan zevk alıyoruz.
Bu ve benzeri şekillerde; bize, dinimize, milletimize, kadınımıza, erkeğimize, anneye, babaya, gence, yaşlıya, çocuğa, ergene, eğitimlisine, hocaya, amire, şaire, yazara, vs. kişilere yakışmayan birçok örnek sıralayabiliriz. Biz böyle değildik ve asla olmamalıydık peki;

Ne Oldu Bize……

 

12 Nisan 2013 Cuma

DARÜLACEZE (ACİZLERİN KAPISI)






 

                          DARÜLACEZE (ACİZLERİN KAPISI)

19. yy Osmanlı için çok sancılı bir dönemdir. Bir tarafta balkanlar kaynıyor, Kafkasya yanıyor, orta doğu cehennemi andırıyor. Böyle bir dünyada Osmanlı her cephede savaşıyor ve gün geçtikçe kan kaybediyor topraklarını yitiriyor.  Asırlarca kardeşçe yaşanan balkanlarda kardeş kardeşi yok etmeye çalışıyor. Bir taraftan dost bildiği ülkeler sırasıyla savaş açıyor. Ardı ardına İngilizler Kıbrıs’a çıkarma yapıyor, Mısır işgal ediliyor. İtalyanlar Libya’ya giriyor, Fransızlar Cezayir’i, Tunus’u işgal ediyor. Kafkaslar alev alev yanıyor, duman göklere çıkıyor. Orta doğu kan revan içinde.
Ülkenin dört bir tarafı savaş halinde ve bu durumda öksüzler, yetimler, dullar çoğalıyor. Fakirlik artıyor, dilenciler had safhaya ulaşıyor. Yiyecek yok, içecek yok, yatacak yer yok. İhtiyaç sahipleri tek çare olarak payitahtı görüyor. Vaziyeti gören Sultan, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermekle mükellef ancak Osmanlı Devleti en zor dönemlerinden birini yaşıyor, ülkenin dört bir tarafında savaş var ve kasada beş kuruş para yok. Vaziyet böyle ancak ihtiyaç sahiplerine devlet bakmak zorunda.
Sultan Abdülhamid Hân bir çare düşünüyor. Devleti Aliyye’nin gücünü hem halkına hem de tüm dünyaya göstermek zorunda. Derhal karar alıyor ve bir ferman yayınlıyor. Kendi kişisel eşyalarını müzayedede satarak elde edilen gelirle ihtiyaç sahipleri için bir kurum yapılmasını emrediyor.
Bu öyle bir emir ki; dört bir yanda gayrımüslimlerle savaşırken yaptırdığı binanın %50 sini gayrımüslimlere ayırıyor. Bu pozitif ayrımcılığı sadece barınma ve gıda kısmıyla yapmıyor.  Yarısını Müslümanlara veriyor camii yapıyor, bir müezzin bir imam; diğer yarısını gayrımüslimlere ayırıyor. 2 kilise, 1 camiye karşı 2 kilise, 1 imama 1 müezzine karşı 4 papaz kadroya alınıyor. İnsanların Müslim olsun gayrımüslim olsun hertürlü ihtiyacının karşılanmasını sağlıyor.
Yalnızca bu örnek bile Osmanlı’nın ve Türk insanının hoşgörüsünü, şefkatini, merhametini, adaletini, özverisini ve vakur duruşunu dünyaya haykırıyor.



Adına hayat denilen bu engebeli ömür yolu; acısıyla, tatlısıyla, bolluğu ve darlığıyla adeta bir nefes kısalığında geçip gidiyor. İyi ve güzel-sağlıklı ve dinç günlerin yerini sıkıntılı, zor günlere bıraktığı dönemlerde kimsesiz insanların kalan ömürlerini bahtiyar geçirmeleri için kurulmuş olan Darülaceze, meşakkatli günlerde adeta bir anne şefkati gibi misafirlerini bağrına basıp huzur veriyor.
Sultan Abdülhamid Hân 1895 yılında yayımladığı fermanla Darülaceze binalarının yapımında kendi kişisel eşyalarını satmış ve gelirleri ile kurumun yapılacağı yeri satın almıştır. Daha sonra çocuklarının yakınlarının ne kadar paraya dönüştürülebilecek altın, gümüş, ziynet eşyaları varsa onları katmış 58.000 Osmanlı altınına bu kurumu inşa ettirmiştir. Dönemin hayırseverlerinin de yardımıyla kurumun yapımı tamamlanmış ve 1896 yılında Darülaceze hizmete girmiştir.
Okmeydanı’nda 27.000 metrekarelik bir alan üzerine kurulmuş olan Darülaceze; bir idare binası, sekiz aceze pavyonu, çocuk yuvası, hastahâne, cami, sinagog, iş ocakları, aş ocağı, fırın, hamam  çamaşırhâne, gasilhâne, berberhâne, hemşire ve bakıcılar için personel lojmanları, rehabilitasyon merkezi, hayvan kesimhanesi, demirbaş eşya deposu, kuru gıda ambarı, yaş sebze ve meyve muhafaza deposu, buzhane gibi üniteleri içine alan 20 binadan oluşmaktadır.
Kurulduğu günden günümüze kadar gelen süre içerisinde din, dil, ırk, mezhep, sınıf ve cinsiyet farkı gözetmeksizin bakıma muhtaç kimsesiz, yaşlı ve sakat insanlarla, sokağa terkedilmiş 0-6 yaş arası çocuklar ücretsiz olarak, her türlü ihtiyaçları karşılanarak barındırılmaktadır.
Cami, sinagog ve kilisenin aynı bahçede bulunduğu Darülaceze, sadece bir barınma mekânı olmanın çok ötesine geçmiş, toplumun çok kültürlü yapısına uygun, hemen her kesimden insanın yabancılık çekmeden uyum sağlayabileceği ve inançlarını yaşayabileceği bir çatı haline gelmiştir. Yalnızca yiyecek içecek sağlamak değil, şefkat ve hoşgörüsü ile barındırdığı insanların kalplerine ve gönüllerine hitap ederek gülen gözleri olmuştur.
Geniş ve uzun bahçesi, sakin huzurlu ortamı, yemlenen güvercinleri, küçük büyük birbirleriyle oynayan kedileri, sağlı sollu banklarda sohbet eden sakinleri, kâh kol kola, kâh yan yana tebessümle yürüyen yaşlılarıyla bir tatlı huzur diyarı olan Darülaceze, adeta misafirlerine ikinci bahar yaşatıyor.
Kuruluşundan itibaren üç nesil gören Darülaceze, bu sürede toplumun hemen her kesiminden 30.000 çocuk, 70.000 yetişkin olmak üzere yaklaşık 100.000 kişiyi misafir etmiştir. Ödeneği Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından karşılanan Darülaceze’nin misafirleri de kuruma katkıda bulunma adına kurum içerisinde ki rehabilitasyon binasında bulunan atölyelerde çorap üretiyor, uzman hocalar eşliğinde takı tasarlıyor, dokuma tezgâhlarında yöresel motiflerle bezeli battaniyeler dokuyor, gazete kâğıtlarını kırpıp, hamur yaptıktan sonra çeşitli hediyelik objelere dönüştürüp satıyorlar.
“Onlar kimsesiz olmalarını bu şekilde unutuyor hayata ve yaşama sıcacık tebessümleri ve gülen gözleri ile bakıyorlar”.                                          
Şüphesiz onların bu çabaları taktire şayan ancak bizler de onlara katkıda bulunabilir, evlerde biriktirdiğimiz gazeteleri çeşitli yollardan onlara ulaştırabilir, özel günlerde yaşam kaliteleri için bağışlarda bulunabiliriz. Ancak en önemlisi çok zaman ziyaretçileri olmayan bu asırlık çınarları ailemizle çocuklarımızla ziyaret edip, yüzlerindeki gülümsemelere vesile olabiliriz.
Osmanlı Devleti’nin en zor zamanlarında, hazinede hiç para yokken evvela padişahın ve sonrasında padişah ailesinin ve dönemin hayırseverlerin yardım ve bağışları ile kurulan Darülaceze, kuruluşundan bu güne dek bağış ve yardımlarla ayakta kalmayı başarmıştır. Her türlü maddi bağış ve yardımlarınızı yapabileceğiniz bu şefkat ocağına manevi olarak gönlünüzü açıp, sevginizi de sunabilirsiniz. Darülaceze sakinlerini ziyarete gitmeden evvel bağış memurlarını arayabilir, giderken götüreceğimiz yardımları ihtiyaca binaen yapabiliriz.

 İletişim için:
Tel: +90 (212) 220 10 20 
www.darulaceze.gov.tr

9 Nisan 2013 Salı

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN’IN KRAL FERDİNAND'DA MEKTUBU





                Kanuni Sultan Suleyman Han'ın Fransa Kralına Yazdığı Mektup...

                Alman İmparatoru Büyük Karl (Şarlken), 24 Şubat 1525 tarihinde Fransa’ya saldırdı ve yaptığı savaşta Fransa kralı François’i (Fransua) mağlup ederek, bütün Avrupa kıtasına hakim olduğunu ilan etti. Zira daha önceden de, İspanya krallığı ile Felemenk’i (yani, Belçika, Hollanda ve Lüxemburg) ele geçirmişti. Savaş sonunda Fransa kralı esir düştü. Bunun üzerine François’nın annesi, dünyanın en büyük hükümdarı olarak tanıdığı Kanuni’ye, Jean Franqipani ismindeki elçisiyle bir mektup gönderdi.

               “Padişahlar Padişahı” diye başlayan mektubunda şunları yazıyordu:

               

               “Oğlum Fransa Kralı, Alman İmparatoru tarafından hapsedilmiştir. Oğlumun kurtuluşunu İmparator Karl’ın insafına bırakmıştım. Halbuki kendisi, umduğumuz bu insanlığı yerine getirmedikten başka, hakaretle muamele etmektedir. Şimdi, dünyaca tasdik edilen azamet ve şanınızla, oğlumu düşmanın pençesinden kurtararak büyüklüğünüzün gösterilmesini siz Şahlar Şahından istirham ediyorum.

                Bu mektubu okuyan Kanuni; yardım dileyen bir kimse için Osmanlı gelenek ve göreneklerini nazarı dikkate alıp, şu şekilde bir mektup yazarak elçiye verdi:
                      
Ben ki sultanların sultanı, hakanların başı, krallara tac giydiren, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz'in, Karadeniz'in, Rumeli'nin, Anadolu'nun, Karaman'ın, Rum Vilayeti'nin Zülkadriye'nin, Diyarbekir'in, Kürdistan'ın, Azerbaycan'ın, Acem'in, Şam'ın, Haleb'in, Mısır'ın, Mekke'nin, Medine'nin, Kudüs'ün, Arap ülkelerinin ve Yemen'in ve de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle sahip olduğum nice ülkelerin sultanı ve padişahı olan Sultan Süleyman Han'ım.

               Sen ki Fransa ülkesinin kralı olan Françesko'sun. Kralların sığınağı olan kapıma mektup göndererek ülkenizin işgale uğradığını ve esir edilerek hapse atıldığınızı bildirmişsiniz. Bu durumdan kurtulmak için benden yardım istiyorsunuz. Gönlünüzü ferah tutun ve sakın üzülmeyin. Unutmayın ki esaret, hükümdarlar için hiç de tuhaf bir şey değildir. Bilesiniz ki, atalarımın yaptığı gibi, daima kılıcımla gezen ben de, sefere çıkmaktan ve fetihler yapmaktan çekinmem. Her an savaşmaya hazırım. Sadece Allah’ın dediği olur. Ne yapacağımı elçinizden öğreneceksiniz. 1526, İstanbul.”



                Mohaç Savaşı sonucunda dersini alan ve Viyana kuşatması ile de iyice gözü korkutulan Alman İmparatoru Şarlken, François’yı serbest bırakmak zorunda kalmıştır...


Kanuni Sultan Süleyman'ın Faransa Karalı François'ya gönderdiği mektup.
Tarih: 24 Ocak 1526






Bahsi geçen mektubun orijinal metni şudur;
Hazret-i izzet -cellet kudretuhu ve allet kelimetuhû-'nun inâyeti ve mühr-i sipihr-i nübüvvet ahter-i burc-ı fütüvvet-pîşvâ-yı zümre-i enbiyâ muktedâ-yı fırka-i asfiyâ Muhammed Mustafa'nın -sallâ Allahu aleyhi ve sellem- mu‘cizât-ı kesîretü’l-berekâtı ve dört yârinin ki Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'dir -rıdvâne Allahu aleyhim ecma‘în- onların ervâh-ı mukaddesesi mürâfakati ile,

               Tuğra;
               (Süleyman Şah bin Selim Şah Han el-muzaffer dâima)

“Ben ki sultânü'’-selâtîn ve burhânü’l-havâkîn tâc-bahş-ı hüsrevân-ı rû-yı zemîn zıllullâhi fî’l-arzîn Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Karaman'ın ve Rum'un ve Vilâyet-i Zülkadriye'nin ve Diyarbekir'in ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan'ın ve Acem'in ve Şam'ın ve Haleb'in ve Mısır'ın ve Mekke'nin ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve külliyen Diyâr-ı Arab'ın ve Yemen'in ve dahi nice memleketlerin ki âbâ-yı kirâm ve ecdâd-ı izâmım -enâre Allahu berâhinehüm- kuvvet-i kâhireleriyle feth etdikleri ve cenâb-ı celâlet-me’âbım dahi tîg-i âteş-bâr ve şimşîr-i zafer-nigârım ile feth eylediğim nice diyârın sultânı ve padişâhı Sultân Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım, sen ki Françe vilâyetinin kralı Françesko'sun, dergâh-ı selâtîn-penâhıma yarar adamın Frankiyan ile mektûb gönderüb ve ba‘zı ağız haberi dahi ısmarlayub memleketlere düşman müstevlî olub el-ân hapisde idüğünüz i‘lâm edüb halâsınız husûsunda bu cânibden inâyet ve medet istid‘â eylemişsiz, her ne ki demiş isenüz benim pâye-i serîr-i âlem-masîrime arz olunub alâ-sebîli’t-tafsîl ilm-i şerîfim muhît olub tamâm ma‘lûm oldu, imdi pâdişâhlara sınmak ve habs olunmak aceb değildir, gönlünüzü hoş tutub âzürde-hâtır olmayasız, eyle olsa bizim âbâ-i kirâm ve ecdâd-ı izâmımız –nevvere Allahu merkadehüm- dâ’imâ def‘-i düşman ve feth-i memâlik için seferden hâlî olmayub biz dahi onların tarîkine sâlik olub her zamânda memleketler ve sa‘b ü hasîn kal‘alar feth eyleyüb gece ve gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmış ve Hakk Subhânehu ve Te‘âlâ hayırlar müyesser eyleyüb meşiyyet ve irâdeti neye müte‘allik olmuş ise vücûda gele, bâkî ahvâl ve ahbâr ise mezkûr adamınızdan istintâk olunub ma‘lûmunuz ola, şöyle bilesiz, tahrîren fî evâ’il-i şehr-i Âhirü’r-Rebi‘ayn li-sene isneyn ve selâsîn ve tis‘a mi’e.”
               [1-10 Rebiülahir 932 / 15-24 Ocak 1526]
               Be-makâm-ı Dârü’s-Saltanati’l-Aliyyeti’l-Kostantiniyyeti’l-Mahmiyyeti’l-mahrûse.

OSMANLI ARMASI






                       
Yeryüzünde hiçbir armaya nasip olmayacak bir yaygınlığa ulaşan Osmanlı armasının üzerindeki semboller hemen her dönemde geliştirilmiş, yenileri eklenmiş ve bu yenilikler de halk tarafından sevilip benimsenmiştir. Bu arma, Osmanlı insanının gönlünü fethetmiş, nabzını tutmayı başarmış, toplumun duygu ve özlemlerini yansıtmıştır.

Peki, Osmanlı Devlet gücünü ve adaletini sembolize etmeyi başaran bu arma ilk olarak nasıl ortaya çıkarılmış ve nasıl geliştirilmiştir. Söylendiği gibi bu armada Osmanlı Devleti’nin ve zekâsının etkisi yok mudur? Tamamıyla İngiltere tarafından mı bizlere hediye edilmiştir.

ARMANIN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELİŞİM SÜRECİ;

 Osmanlıların ilk devlet arması, sultanların nişan ve alameti olan tuğralar­dı. Avrupa devletlerinde on dördüncü yüzyıldan itibaren devlet sembolü olarak arma kullanılmakta iken Osmanlı bayrak ve sancaklarında yer alan tek ve üç hilâl sembolü ile tuğralar dışında devleti temsil eden herhangi bir alamet mevcut değildi.

Tam olarak ne zamandan beri kullanıldığı bilinmeyen, fakat Sultan II. Bayezid döneminden itibaren kullanıldığı tahmin edilen Yeniçeri orta ni­şanlarını Osmanlı’daki en yaygın arma grubu olarak kabul etmek gerekmek­tedir. Batıda kralların, şövalyelerin, asilzadelerin ve zenginlerin ailelerce kullandığı arma Osmanlı'da sultan, kapıkulu ocakları ve tarikatlarca kullanılı­yordu.


ARMANIN İLK ÖRNEĞİ; 

Sultan III. Ahmed’in saltanat yıllarında Osmanlı’nın ilk matbaasını kurmuş olan İbrahim Müteferrika’nın çizip Sadrazam İbrahim Paşa’ya sunduğu bir haritada Osmanlı armasının Batı üslupta yapılan ilk şeklini açıkça görmekteyiz. Harita dikkatli incelendiğinde hari­tanın sağ alt köşesinde "Benim Devletlu Efendim eğer fermanınız olursa da­ha büyükleri yapılır, sene 1132 (1720)" notu bulunmaktadır.


İbrahim Müteferrika’nın çizmiş olduğu Marmara Haritası’nın sol üst köşesinde bulunan armanın görünümü tıpkı batılı örnekleri gibidir. Üzerine yukarıya doğru bakan bir hilâl çizili arma kalkanının çevresinde, mızraklar, flamalar, irili ufaklı toplar, bunların altında ok ve yay, zurna görülmektedir. Armanın et­rafında ki 12 adet top namlusunun belirgin bir şekilde çizilmesi ise o dönem Osmanlısında humbaracı ocağındaki yenileşme çalışmalarının yansıması gibi anlaşılmaktadır.

İbrahim Müteferrika’nın Marmara Haritası üzerine neden arma çizdiği tam olarak belli değildir ancak armanın bu dönemde yapılmış olması bizlere Osmanlı Arması’nın İngilizler tarafından değil bizzat Türkler tarafından yapıldığına delil niteliğindedir.

Bu gün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ve Sultan III. Selim zamanında basılmış olan Fenn-i Harb isimli bir kitabın başlangıç sayfasında bu armayı andıran bir şekil bulunmaktadır.  Bunun haricinde yine III. Selim’in ay-yıldızlı ve tuğralı mührü yine bu armanın gelişim sürecine örnek niteliğindedir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde ki tarihi olmayan bir belgeden de anlaşılacağı üzere ay-yıldız, hilal ve tuğra o yıllardan itibaren devletin sembolü olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bunun sonrasında ise Sultan II. Mahmud dönemine ait bir fermanda Tuğra, Ay-yıldız ve Arma üçlüsünü bir arada görmekteyiz.



Osmanlı armasının son şeklini almasında önemli etkileri görülen Tanzi­mat Madalyası, 1850 senesinde 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun hatırası­nı yaşatmak amacıyla Belçikalı tanınmış sanatçı Hart'a ısmarlanmıştır. Belçikalı sanatçı elindeki mevcut örnekler ile kısa sürede devlet tarafından oldukça beğenilen bir madalya hazırlamıştır.

Madalyanın kısaca sembolleri şöyledir; ön yüzünde, en üstte güneş ışınları arasında Abdülmecid'in tuğrası, altta, ortada üzeri on iki yıldızlı altı şualı kalkan ve kalkan üzerinde bir serpuş, kalkanın sağında batı tarzı bir zırh, top ve top gülleleleri, tuğ, sancak, mızraklar, kılıç, balta, tüfek ve ok bulunmaktadır. Sol yanda bereket boynuzu ve boynuzdan çıkan meyve, çiçek ve başaklar, onun üst tarafında bir asa, Hellen mitlojisinin haberci tanrısı Hermes'e ait bir işaret olan Kadüse, terazi, tanzimat fermanı yer almaktadır. Fermanın üzerinde Fransız­ca Tanzimat, Reşid ve Âli isimleri yazılmış, bu fermana bağlı iki mühüre Sul­tan Abdülmecid'in tuğrası konulmuştur.

Kalkanın tam ortasına Osman Gazi'nin, sancağın üzerine Sultan II. Meh- med'in (Fatih), topun üzerine Kanuni Sultan Süleyman'ın, zırhın üzerine II. Mahmud'un, kalkanın altına Köprülü'nün adları yazılmıştır. Madalyanın kenarlarında Tanzimat ile gelen yenilikler Fransızca olarak belirtilmiş ve "Her­kese Eşit Adalet", "Yaygın Eğitim", "Barış Sanatlarının Desteklenmesi", "Azın­lıkların Haklarının Korunması", "İmparatorluğun Saygınlığının Yüceltilmesi", "Güçsüzün Korunması" slogan halinde konulmuştur. En alta Fransızca "Abdülmecit Tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun İhyası" yazısı konulmuş­tur.

Tanzimat Madalyası'nın arka yüzünde sağlam ve kadim bir devleti temsil eden kabaran dalgalar üzerinde yükselen bir kale ve kalenin üzerinde cami kubbesi, minareler ve çok şualı bir ayyıldızın yer aldığı dalgalanan bir san­cak bulunmaktadır. Resmin üzerinde, kenar boyunca Fransızca olarak "İm­paratorluk Varolacak, Tanrı İstiyor" sloganı yer almıştır. En alta 1850 tarihi yazılmıştır.

Tanzimat Madalyası'nı Osmanlı Arması'nın en etkili görsel kaynaklarından biri olarak kabul etmek gerekmektedir. Bereket boynuzu ve terazi sembol­leri ise bir Osmanlı armasında ilk defa yer almaktadır.


OSMANLI ARMASINA SON ŞEKLİNİN VERİLMESİ;

Tanzimat madalyasının hazırlanmasının ardından Osmanlı Arması gelişmesini devam ettirir. 4 Ekim 1853 -30 Mart 1856 tarihleri arasında yapılan Osmanlı ile Rusya arasındaki Kırım Savaşı sırasında, Fransa Sultan Abdülmecid'e “Legion” nişanı verir. O dönemde yaygınlaşmaya başlayan nişan verme Osmanlı Devleti ile yakın ilişkiler kurmak isteyen İngiltere'yi harekete geçirir. İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransa'nın Osmanlı’ya verdiği nişana karşılık Kasım 1856'da özel hazırlattığı “Dizbağı Nişanı”nı Osmanlı Sultanı'na sunar.

İlk olarak 1346 yılında Kral III. Edward tarafından ortaya çıkarılan “Dizbağı Nişanı”nın geleneğinde ki uygulamaya göre; Nişanı alan kişi, hükümdar ve ya devlet armaları Londra'da Windsor Sarayı'nda bulunan Saint George Kilisesi'nin duvarına asılmalıdır. O güne dek verilen ve dahi alınan armalar eksiksiz olarak buraya asılmıştır. Ancak burada Osmanlı Padişahı'nın arması bulunmamaktadır. Bunun üzerine Kraliçe Victoria, Prens Charles Young ismindeki arma uzmanını Osmanlı için arma tasarlamak üzere görevlendirir. İstanbul'a gelerek araştırmalarda bulunan Young'a, Etyen Pizani isminde bir tercüman yardımcı olur.

İstanbul’a gelen İngiliz tasarımcı, Osmanlı devlet sistemi, hukuk anlayışı ve askeri teşkilatı hakkında geniş malumat topladıktan ve önceki örnekleri gördükten sonra sonra ülkesine gider. Armayı hazırlamaya başlar. Elinde mevcut örnek bulunduğu için işi çokta zor değildir. Young'a, Etyen Pizani padişahlık alameti olan saltanat kavuğunu, sorgucu, ay-yıldızlı sancağı ve tuğrayı ön plana çıkararak bir arma hazırlar. Bu armanın hazırlanması bir yıl sürer. Bir yıl sonra İstanbul’a gönderilen armayı Osmanlı Sultanı Abdülmecid çok beğenir.

İstanbul’a gelen Osmanlı Devleti arması padişah tarafından kabul görmesinin akabinde İngiltere’ye geri gönderilir. Gelenek olduğu üzere İngiltere'nin Saint George Kilisesi'ndeki yerini alır. Sultan Abdülmecid’den on beş yıl sonra tahta geçen Sultan II. Abdülhamid döneminde arma üzerinde bazı değişiklikler yapılır. Padişah tarafından terazi ve silahlar eklenerek arma 1882 yılında son şekline kavuşur.




1- Tuğranın etrafındaki güneş motifi,
padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir

2- II. Abdülhamid'in
tuğrası

3- Sorguçlu serpuş: Osman Gazi’yi ve tahtı temsil eder

4-
Yeşil Hilafet sancağı

5- Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı
ordusunun asıl silahı olmuştur

6- Çift taraflı teber

7- Toplu
tabanca

8- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır, adaleti temsil eder.

9- (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler.

10- Nişan-ı al-i
imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve
askerlere veriliyordu.

11- Nişan-ı Osmani: Sultan Abdülaziz Han
tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı
sağlayanlara verilirdi.

12- Asa ve şeşper

13- Çapa, Osmanlı
denizciliğini temsil eder.

14- Bereket boynuzu

15- Nişan-ı
iftihar

16- Yay

17- Mecidi nişanı

18- Borazan, modern
mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir

19- Şefkat nişanı, 1878'de
II. Abdülhamid Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük
afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi.

20- Top
gülleleri (Bazı armalarda bulunmuyor.)

21- Kılıç

22- Top, topçu
ocaklarını temsil eder.

23- El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik
Türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.

24-
Mızrak.

25- Çift taraflı teber, orduda üst düzey görevliler tarafından
üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.

26- Tek taraflı teber (balta)

27- Bayrak

28- Osmanlı sancağı

29- Mızrak: Son dönem
mızraklı süvari alaylarını remzeder

30- Kalkan, Ortasında stilize
edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu
temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder