13 Mayıs 2013 Pazartesi


Taht Uğruna Baş Veren Canlar Sıradışı Osmanlı Şehzadeleri 


Şehzade Mustafa, babasının elini öpmek ve bağlılık bildirmek için çadırına doğru yola çıkar. Mustafa nereden geçse asker cuşa geliyor; gülbanlar çekiliyor, dualar ediliyordur. Anlaşılan o ki; Mustafa askerin gönlünde çoktan saltanatını kurmuş, sultan olmuştur. Ancak bunlar mevcut sultanın pek hoşuna gitmez, kendi canından bir parça da olsa saltanat ortak kabul etmez. 
Şehzade çadır önüne geldiğinde taraftarı olan bazı görevlilerce "Gitme seni öldürecekler" diye uyarılır ancak Mustafa kulak asmaz "Hayır babam beni öldürmez" der ve çadıra girer...

Şehzâde Mustafa çadıra girdiğinde sultan babasının yerine yedi tane sağır ve dilsiz cellatla karşılaşır. Mustafa orada her şeyin bittiğini anlamıştır. Fakat pes etmez savaşır pehlivan kuvveti, buruk yüreği ile cellâtları yere sermeyi başarır. Bir ara doğrulur tam kendini çadırın dışına atacağı esnada, saray görevlisi olan Zal Mahmud'u görür karşısında, Mustafa umar ki yardıma gelmiştir, kendisi için can verecektir, ancak nafile, Zal Mahmud vaatlere aldanıp Şehzadeye çoktan ihanet etmiştir. Zal Mahmud, bahtsız Şehzadeyi bir darbe ile yere indirir, yedi cellâdın yedi ilmeği yılan misali boynuna dolanır. Mustafa pes etmez son nefesine kadar boğuşur ama ne çare ki, kaderin önüne geçemez, infazını engelleyemez.

"Bu ne ilktir ne de son olacaktır; isyana kalkışan şehzade cellât elinde solacaktır..."

Osmanlı şehzadelerinin sıradışı hayat hikâyelerinin anlatıldığı bu eseri okurken tüyleriniz ürperecek, gözyaşlarınıza hakim olamayacaksınız.

10 Mayıs 2013 Cuma



11 Mayıs Cumartesi Saat:13 'da Kocaeli Kitap Fuarında imza günüm ve konferansım var....
Davetlisiniz...


4 Mayıs 2013 Cumartesi

DÜNYANIN EN YAŞLI ADAMI ZARO AĞA



İstanbul Eyüp Kabristanı'nda, Eyüp Sultan Camii’nin arkasından Kaşgâri Dergahına  çıkarken meşhur Piyer Loti Kahvesi'ne çıkan dik yokuşun ortasından sola doğru olan mezarların arasında dar bir yol bulunmaktadır. Bu yolun kenarındaki yeşil parmaklıklardan bir mezar taşı yükselmektedir. Heybetiyle yükselen bu mezar taşının üzerinde yazan "Bitlisli Şemsi Ağa Oğlu 157 Yaşında Ölen Zaro Ağa'nın Ruhuna Fatiha 1934" yazısından da anlaşılacağı üzere dünyanın en yaşlı insanı olarak tüm dünyaca kabul edilen Zaro Ağa bu mezarda yatmaktadır.

                     Bitlisli Şemsi Ağa'nın oğlu Zaro Ağa, tam 157 yıl yaşamış bir imparatorluk,  10 padişah, yirmi sekiz vezir-i azam,bir cumhuriyet, iki reis-i cumhur ve beş başbakan  görmüş, Cumhuriyet döneminde Atatürk’le tanışıp huzuruna çıkmıştır. Dünyanın en çok yaşayan insanı olarak tüm dünya kayıtlarında yer alan Zaro Ağa’nın koca ömrü şöyledir;

Sultan I. Abdülhamid Han’ın padişahlığı döneminde, 1777 yılında Bitlis'e bağlı Mutki ilçesinin Meydan Köyü'nde dünyaya geldi. Çocukluk dönemi doğduğu köyde geçen Zaro Ağa, 20-21 yaşlarına İstanbul’a gelir. Güçlü kuvvetli bir delikanlı olması münasebetiyle İstanbul'da yapılan şimdilerde ise tarihi değerlerimizden kabul edilen Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Selimiye Kışlası ve Dolmabahçe Sarayı gibi pek çok değerli yapının inşaatında çalışır.
1798 yılında askere alınır ve Cezzar Ahmet Paşa komutasındaki orduda, Akka kalesinde, Napolyon’un ordularına karşı savaşan Zaro Ağa yakışıklı iri kıyım olduğu için, saray görevlilerinin dikkatini çekmiş ve askerliğini sarayda yapmıştı. 1800'lü yılların başlarında Sultan III. Selim'in emri ile Nizam-ı Cedid askerleri için inşa olunan Selimiye Kışlası'nın inşaatında çalıştı. 1826 yılında Yeniçeriliğin kaldırılması sırasında Zaro Ağa bu ocaktaydı. Ancak Yeniçeri kıyımından Ayasofya'nın mahzenlerinde saklanarak kurtulabilmişti. Zaro Ağa bu maceralardan sonra tekrar eski hayatına döner.

                      İstanbul’da ikamet edip hayatını bu şehirde idame ettirmeye çalışan Bitlisli Zaro, Sultan I. Abdülhamid, III. Selim, IV. Mustafa, II. Mahmud, Abdülmecid, Abdülaziz, V. Murad, II. Abdülhamid V. Mehmet Reşat ve VI. Mehmed Vahdeddin ile beraber toplam on padişahın saltanatını ve Abdülmecid Efendi'nin de halifelik dönemlerini görür. Osmanlı’nın son dönemlerine damgasını vuran Kabakçı Mustafa İsyanı'nı, Yeniçeriliğin kaldırılışını, Tanzimat'ın, Birinci ve İkinci Meşrutiyet'ler ile Cumhuriyet'in ilanını da bizzat tanık olur. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilişini, Cumhuriyetin kuruluşunu ve halifeliğin kaldırılışına görmüştür.
Cumhuriyetin kuruluşu ve halifeliğin kaldırılışından sonra dünyanın en uzun ömürlü insanı olarak basında yer ana Bitlisli Zaro, Mustafa Kemal Atatürk’ün karşısına çıkarılır ve  ona Sultanım diye hitap eder ve ardından şöyle söyler.
“Sultanım çok iyi şeyler ettin lakin kadınlara fazla hürriyet vermen yanlıştır”

                     Bizzat kendisinin söylemiyle uzun ve sağlıklı yaşamını çok yoğurt yemesine bağlayan Zaro Ağa, 157 yıllık ömründe Kırım Harbi, Rus Harbi, Plevne, Kafkas Savaşı, Balkan Harbi ve daha bir çok savaş görmüş I. Dünya Harbini yaşamış ve sonuçlarının getirdiği zorluklara katlanmıştı. İstanbul’un işgal yıllarında ülkenin vahim durumuna da tanık olmuştu.
Zaro Ağa Tophane'de küçücük mütevazı bir evde otururdu. Akşam yemeklerini erken yer, sofrasında bir tek yoğurt veya ayranla ekmek bulunurdu. Ve bu âdeti 100 seneden beri böyle devam etmekteydi. Soranlara "Uzun yaşamak isteyen bol bol yoğurt yesin" derdi. Rivayetlere göre 157 yıllık ömründe 20 defa evlenmişti. İstanbul'da ve Siirt'te bir çok yeni ve eski eşi vardı. İstanbul'da çalıştığı için zaman zaman Siirt'e gider, oradaki eşlerini ziyaret eder, para bırakır, tekrar İstanbul'a dönerdi. Bazen Siirt'te yeni bir eş de bulurdu. Zaro Ağa'nın bu evlenip boşanma özelliğinden dolayı bir çok çocuk ve torunu bulunuyordu. Son dönemlerinde çocuklarının ve torunlarının sayısını kendisi de bilmiyordu.

İstanbul’da uzun müddet hamallıkta yapan Bitlisli Zaro daha sonra hamallık teşkilatını kurdu. Zaro Ağa’nın ölümünden sonra İstanbul’daki hamallar bir hafta çalışmamışlardı.
Kurtuluş Savaşı sırasında 150 yaş civarında olan Zaro Ağa gayet dinç ve sağlıklı bir görünüme sahipti. Epey uzun boylu olması münasebetiyle heybetinden yanına kim gelirse gelsin kendisinden oldukça küçük görünmekteydi.
Ömrünün bu dönemlerinde uzun ömürlü olmasından dolayı epeyce ün yapan ve herkesçe tanınan Zaro Ağa Amerikalı iki Yahudi tarafından seni zengin edeceğiz vaatlerine kapılarak kimseye bildirilmeden Amerika’ya gitti.
Zaro Ağa Kurtuluş Savaşı sırasında 150 yaş civarındaydı. Yaşına rağmen dinç ve sapasağlam bir görünüşü vardı. Uzun boyluydu. Başkalarıyla yanyana geldiği zaman, diğerleri küçücük kalıyordu. Bu sebeple de bazı açıkgözler bundan faydalanmak istemişti. Seyahat için Amerikan Hükümeti müsaade vermiş, Zaro Ağa'ya bir kostüm satın alınmış, bir boncuklu entari ve bir takke yaptırılmıştı. Yolculuğa çıkarken yalnızca karısı ile vedalaşan Zaro Ağa orada ne yapacaksın? Ne yapmaya gidiyorsun diye sorulan sorulara "Ben şimdi içki aleyhtarlığı yapıyorum. Bu ana kadar ağzıma bir damla içki koymadım. Amerika'ya gidince kendimi göstererek içkinin fenalığını anlatacağım" cevabını vermiş. 
Zaro Ağa Amerika'da büyük bir törenle karşılandı. Türkiye dahil olmak üzere tüm dünya basını mecmualarında Zaro Ağa’nın Amerika’ya gitmesine büyük yer verdi. Zaro Ağa Amerika’ya gidişinden sonra hiçbir Türkle görüştürülmüyordu. Bir zaman sonra da onu Amerika’ya götüren kişiler tarafından bir kostüm giydirip sirkte insanlara para karşılığı "Dünyanın en yaşlı insanı" diyerek gösterilmeye başlandı. Bu gösteriler esnasında ise fotoğraf çektirenlerden 10, öpmek isteyenlerden ise 15 dolar alınıyordu. Bu şekilde Amerika’da diyar diyar gezdirilip teşhir edilerek sırtından para kazanılan Zaro Ağa’yı şekilden şekle soktular.  

                     Ellerine boks eldiveni takıp fotoğraflarını çektiler ve gazetede basıp "150 yaşında ama gençlere meydan okuyor" diye başlık attılar. Eline bir bardak ayran tutuşturup "150 yıllık yaşamımı ayrana borçluyum" dedirttiler. Etrafını saran genç kızlarla çekilen fotoğraflarını "150 yaşında fakat yine de çapkın" diyerek yayınladılar.  Kendisini Amerika’ya götüren kişiler işi bittikten sonra Zaro Ağa’yı tekrar aldıkları yere Tophane'deki o tahtadan küçük evine geri bıraktılar hem de beş parasız bir vaziyette.

                     Ülkeye döndükten sonra çok para kazandın zengin oldun diyen gazetecilere elini yere doğru indirip küçük bir tepe işareti yaparak şunları söylemişti: "Her akşam nah böyle para geliyordu. Amma bana beş para bile vermediler. Tok gittim, aç geldim."
Genç kızlarla gazetelerde çıkan resimlerine istinaden orada çok çapkınlık yaptın diyen kişilere de şu cevabı vermişti, "Bir kere bile yan gözle bakmadım, eşlerime ve çocuklarıma karşı sorumluluklarımı biliyorum. Ama her şeyden önce Allah'a karşı sorumluluklarım var".

Amerika’da gördüğü muameleden sonra beş parasız ülkesine dönen Zaro Ağa tam insanlara olan güvenini ve hayata karşı umudunu kaybettiği sırada dönemin Büyük Şehir Belediyesi tarafından kendisine odacılık görevi verilerek yaşamını idame ettirmesi sağlandı. 157 yaşında bulunduğu sırada Zaro Ağa bir anda hastalandı ve yatağa düştü. Zaro Ağa 29 Haziran 1934 yılında 157 yaşında Şişli Etfal Hastanesi'nde prostat kanserinden Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Ölümünden hemen sonra Adli Tıp Enstitüsü'nde otopsisinde Zaro Ağa’nın  ciğerlerinde ilerlemiş tüberküloz, kalbinde büyüme, beyin damarlarında tıkanıklık gibi önemli bir çok hastalığı olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak  Zaro Ağa üç böbrekliydi. Üç böbrekli kişilerin kanı daha fazla süzüldüğünden uzun yaşadıkları rivayet edilir. Zaro Ağa'nın böbrekleri otopsiden sonra bir kavanozun içerisinde özel bir sıvıyla uzun süre, Sultanahmet'teki Sağlık Müzesi'nde sergilendi.
Zaro Ağa'nın vefat ettiği Şişli Etfal Hastanesi'ne bütün çocukları, torunları, torunlarının torunları gelmişti. Bir torunu feryatlar ederek şunları söylüyordu: "Beni de kessinler, beni de öldürsünler... Hoy hooy öldü babaam... Dünyasına doyamadan gitti...”
Zaro Ağa ömrünün son dönemlerinde bir ara Gedikpaşa’daki Nefise Mektebi’ne çağırılarak oradaki resim öğrencilerine üç gün modellik yapmıştır. O  sıralarda okulda görevli olarak bulunan Mihri Hanım isimli resim öğretmeninin anılarından öğrendiğimiz bilgiye göre üç günlük modellikten sonra Zaro Ağa bir daha okula uğramıyor. Bunun sebebini soranlara ise Bitlisli Zaro Ağa kendi şivesi ile şu cevabı veriyor.
“Kızlar hep gelip bana bakiyler. Aha biyle biyle göz kırpiyler. Sonra başımı, yanağımı okşiyler. Buraya bah, beri bah dirler. Hangisine bahayim bilmirem. Hepsi huriler gibi, bir iki dene olsa ne ise emme ben bu kadar kızı nideyim. Daha gitmem valla."


1 Mayıs 2013 Çarşamba

YABANCI GÖZÜYLE OSMANLI VE TÜRK TOPLUM YAPISI






                                   



                    
Bir zamanların asil şehri İstanbul, genç neslin eğitimi, nezaketi ve güzel ahlakıyla dünyaya ün salmıştı. Erkeğe-kadına, gence-yaşlıya, anneye-babaya, dedeye-ataya edilen hitaplar adeta name gibi söylenir karşısındakinin gönlüne sevgiyle inerdi. Özelikle aile büyüklerine büyük hürmet gösterilir, sözlerinin üzerine söz söylemek ayıp sayılırdı. Genç gençliğini bilir edebiyle oturur, çocuk küçüklüğünün farkındalığıyla büyüklerinin yanında sükûtu ezber eylerdi.

Şimdilerde ise hanımefendi yerine teyze, beyefendi yerine ihtiyar veya amca biraz kızınca da moruk denilmekte, akranına ve ya muhatabına saygıdan edepten uzak hiçbir anlam ifade etmeyen kelimeler zikredilmektedir. Ulan ve bundan da baya sözler sıradanlaşmış, küfür normal görülür duruma gelmiştir. Çocuklar arsızlaşmış, istediği alınmayan çocuklar sokak ortasında ağlar ve anneye babaya saygısızlık eder hale gelmiştir.

Oysa bundan çok değil birkaç yüzyıl öncesine kadar durum bundan oldukça farklıydı. Kadına hanımefendi, erkeğe beyefendi denir, yaşlıya efendi ve ya efendibaba diye hitap edilirdi. Dosta arkadaşa candan hürmet gösterilir, incinmesin diye naif kelimelerle söz söylenirdi.

Bunlar Osmanlı dönemine ait mevcut eserlerimizde çokça zikredilmektedir fakat batılı seyyahların ve yazarların kaleminden de birçok defalar anlatılmıştır. Bakın 19. Yüzyılda İstanbul'da yaşamış Fransız gezgin A. Brayer'in “Neuf annees â Constantinople” isimli eserinde durumu nasıl anlatıyor. Fransız gezginin Türklere yönelik tespitleri oldukça etkileyicidir.

                     “Türk çocukları başka memleketlerdekilere benzemezler. Ne gürültü ederler, ne de ağlayıp dururlar. Şark’ta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri vakuraneydi (ağırbaşlıydı)” .

Birbaşka yazar Guer’de Türk gençleri hakkında şöyle söylüyor;

                      “Türk toplumunda, baştan çıkmış, yüz kızartıcı işler yapan çocuk nadirdir. Ana ve baba saygısı çok büyüktür. Aile büyüklerinin sözleri dinlenir. Türklerin pek mükemmel görgü kuralları vardır. Hepsine can-ı gönülden riayet ederler”.

Türk dostu olarak bilinen ünlü Fransız yazar, şair ve politikacı La Martine 1897 tarihli eserinde ise Türk çocuklarının dürüstlüğünü şu sözlerle ifade eder;

                     Çocuklar çok dürüsttür. Sokakta bir şey bulan çocuk derhal sahibini aramaya başlar”.

Gençlerin ve çocukların terbiyelerinden başka Osmanlı toplumu, insanları ve sosyal hayatı konusunda, Avrupalı gezginlerin sayısız tespitleri olmuştur. Bunlardan bazıları şöyledir;

Tanınmış yazar Edmondo de Amicis ise Osmanlı halkını şu ifadelerde ülkesine anlatır;

"Tetkîk ve tespitlerime göre, İstanbul'un Türk halkı, Avrupa'nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi, bir yabancı için hiçbir hakaret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur..."

Ünlü yazar Du Loir ise yıllarca incelediği toplumsal yapımız üzerine 1650’li yıllarda hazırladığı Seyahatnamesinde Türkler hakkında şu tespitlerde bulunmuştur;

"Hıristiyan memleketlerinde, pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi, Türklerde yoktur.” Türkler ve Osmanlı toplumu bazı kötülükleri değil işlemek o kötülüklerden haberdar bile değillerdir.” "Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medenî hayatı, bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."

1700'lü yıllarda İstanbul'da yaşamış olan Fransız müellif Motray, anılarını kaleme alırken Osmanlı’ya şu şekilde yer veriyor;

"Türk dükkânlarında, hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hattâ birkaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma gelmişlerdir."

Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, Türkler hakkında şu hükmü vermiştir;

"Haksızlık, mürabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."

1740 yılında İstanbul’da bulunan İngiliz sefiri Sir James Porter, 1740'ların İstanbul'unu şöyle anlatıyor;

"Gerek İstanbul'da, gerekse İmparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medenî insanlardır."

Comte de Marsigil isimli bir batılı gözlemcinin anlattığı üzere “Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler” dediği gibi Batı'da dilden dile dolaşan bir tevatür de şöyleydi; "İstanbul'dan bir şey satın alırken tüccarın menşeine dikkat edin; Yahudi ise istediği fiyatın üçte birini, Rum ise yarısını, Türk ise tamamını veriniz!"

İngiliz yazar Thornton’un pek çok kez zikrettiği bir tespitide de şöyledir;  "Türklerin ahlâkı, çocuklukta, iyilik telkini alarak değil, toplumda kötü örnek görmeyerek gelişir...

F.H.A. Ubucini’nin iki ciltlik “La Türkiye Actuelle” (Türkiye Günlüğü) isimli eserinde ise Osmanlı halkının evlat sevgisini ve evladın da aileye olan saygısını şöyle anlatılıyor;

                     Çocuklarını daha fazla şefkat ve alâka içinde yaşatan bir memleket de bilmiyorum. Sokaklarda çocuğunu omzuna, kucağına alarak yürüyen, onu fazla yürütmekten, yormaktan sakınan çok baba görülür. Ama büyüyen çocuk, babasına büyük saygı gösterir. Emretmedikçe oturmaz. Yalnız “Baba” şeklinde değil, babasının unvanı neyse ‘Efendi Baba’, ’Ağa Baba’, ’Bey Baba’, ‘Paşa Baba’ diye hitab eder. Küçük kardeş, büyüğüne saygı gösterir. Büyük kardeş asla ismiyle çağırılamaz, ‘Abla’ veya ‘Ağabey’ denir ki bizim dilimizde bu kelimeler meçhuldür.”

                     Fransız gezgin Dr. A. Brayer’in “Neuf annees â Constantinople” ismindeki kitabının 1836 Paris baskısının 1. cildinin 224. sayfasında ise Türklerin evlât sevgisi şöyle anlatılır:

                     “Erkeklerde de, kadınlarda da evlât sevgisi çok barizdir. Türklerin hafta tatiline tesadüf eden Cuma günü ve bilhassa Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman-Türk’ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvenin pikesinde yanına oturup şefkatle hitabettiği, evlâdına tam bir ana şefkatiyle baktığı görülür.”

                     Aynı eserin 225. ve 226. sayfasında da Brayer, Türk ve Frenk çocuklarının birbirlerinden oldukça farklı olduğunu şöyle anlatıyor;

                     “Osmanlı’da analarla babaların ve ninelerle büyük ninelerin çocuklarına en tatlı sözlerle hitâb edip en candan ihtimamlarla baktıklarını yukarıda görmüştük. İşte bundan dolayı Osmanlı’da çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları hâlde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez, analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları hâlde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar."

Ne diyelim yeniden örnek alınıp takdir edilen bir toplum olmak dileğiyle….