12 Temmuz 2013 Cuma

SANCAK-I ŞERİF




Sancak-ı Şerif;

İslamiyet öncesi Arap kabilelerinde her kabilenin bir sancağı olup savaş sırasında sancağın yere düşmemesi gerekmekte, şayet sancak yere düşecek olursa bu yenilgi olarak kabul edilmekteydi. İslam öncesi Kureyş kabilelerinde kullanılan bu sancak tüm Arapları birleştirici bir öneme sahipti. O dönemdeki tüm kabileler de, İslamiyet'in yayılması safhasında bu sancak altında birleşiyorlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in bu sancak dışında, ordusuna ait birçok sancak daha vardı ama Başkomutanlığa özel olan sancak Ukab'tı.

Bu sebeple Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) Müslümanlarında bir sancağı olmasını emretmiş ve sancakların tümünün beyaz olmasını istemiştir. Lakin Ukab isimli sancak siyah renkti çünkü o Müslümanların sancağı olmakla beraber farklı, yünlü bir kumaştan hazırlanmıştı.

Ukab, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in katılmış olduğu tüm savaşlarda İslam’ın bayrağı hükmünde olmuş ve hepsine götürülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.v)'in vefatından sonra dört halife bu şerefli emaneti sırasıyla devralmışlar ve usulünce muhafaza etmişlerdi. Resmi kayıtlara göre daha sonra Emevi ve Abbasi halifelerine intikal eden sancak, Moğallar'ın Bağdat'ı işgal etmesiyle Abbasi Halifesi tarafından Mısır'a götürüldü. Ukab, Yavuz Sultan Selim Han tarafından Mısır'ın alınmasıyla da Osmanlılara geçti. Yavuz Sultan Selim, Mısır dönüşü sancağı İstanbul'a getirmiş ve o tarihten itibaren Peygamberimiz (s.a.v)'in emaneti olan Ukab, İstanbul'da Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır.

Osmanlı döneminde, Topkapı Sarayı Hırka-i Şerif dairesinde büyük bir titizlikle muhafaza edilen Sancak-ı Şerif sefer öncesi ve mühim merasimlerde çıkarılır ve Bâbü’s Saade önünde onun için hazırlanan yere dikilirdi. Sancak-ı Şerif henüz daireden çıkartılırken ise Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u kuşatma altına aldığında çokça okuttuğu ve o günden sonra her sefer hazırlığında fethin müyesser olması adına okutulması adet haline gelen Fetih suresi okunurdu. Daha sonra Sancak- Şerif padişahın omzunda taşınıp yukarıda bahsettiğimiz Bâbü’s Saade önündeki yerine dikilirdi.

(Bâbü’s Saade saadet kapısı anlamına gelmektedir. Topkapı Sarayı’nda ihtişamın başlangıcı olan bu kapı, padişahın hususi ikâmetgâhının başladığı yerdir.)

 Osmanlılarda peygamber sevgisinin ve saygısının en büyük göstergesi peygamber sancağına büyük bir ihtimam gösterilmesidir. Bu sancak merasimi sırasında Fetih ve Yasin sureleri okunur padişah dahil olmak üzere vüzeradan ve hanedandan hiç kimse oturmazdı. Padişah, Kur’ân-ı Kerim bittikten sonra Sancak-ı Şerif’i eline alır, öper ve kendisini sefere memur eylediğini söyleyip, muvaffakıyeti için dua ederek sadrazama teslim ederdi. Sadrazam, padişahın kendisine dua ile sunduğu emaneti alır, öper ve omzuna yerleştirdikten sonra sefer için yola revan olurdu. Sadrazam Sancak-ı Şerif ile yola koyulduğu anda Şeyhü’l-İslam ve şeyh efendiler dua ederdi.

Yüzyıllarca İslam’ın bayraktarlığını yapmış olan bu Sancak-ı Şerif orta kapıya kadar sadrazamın omzunda götürülür ve burada sadrazam imamına teslim edilirdi. Feth-i Şerif okunduktan sonra tekrar muhafazasına konulan sancak, savaş alanlarına muhafazası ile birlikte götürülür ve sancaktarlar tarafından korunurdu. Sancak-ı Şerif'in ordu ile beraber olması çok büyük bir şevk unsuru olarak kabul edilirdi.

Sefer dönüşünde de ilk yapılan merasimin tam tersi uygulanır, Sancak-ı Şerif sadrazamın omzunda tekbir ve dualar eşliğinde Bâbü’s Saade önüne getirilir, burada padişah tarafından sadrazamdan teslim alınır ve bizzat padişah tarafından Hırka-i Şerif dairesine götürülüp yerine konulurdu.

Sancak-ı Şerif Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’in ve İslam’ın bayrağını simgelediği için sancağın dikildiği yere ayak basılır ve saygısızlık olur endişesi ile sair zamanlarda yuvanın üzerine bir taş konulurdu. Bu taş bu gün Bâbü’s Saade önünde hâlâ mevcuttur ve ziyaretçiler tarafından kolayca fark edilmektedir.


Asırlarca bu şekilde muamele görmüş olan Sancak-ı Şerif son olarak II. Mahmud döneminde Hırka-i Şerif dairesinden çıkarılmış, Bâbü’s Saade önündeki yere dikilmiş ve halkın Yeniçerilere karşı birleşmesi istenmiştir. Bundan sonra Vak’a-i Hayriye olayı başlamış ve Yeniçeri ocağı tarihten silinmiştir. 

Nermin Taylan.......

OSMANLI'DA CÜLÛS TÖRENİ




Cülus Arapça bir kelime olup “oturmak” manasındadır. Osmanlı’da bir padişahın vefat etmesi ve ya tahttan indirilmesi neticesinde yeni padişahın tahta çıkma törenine verilen isimdir. Bir manada şehzadenin padişah olma merasimidir.  Cülus Merasimi Topkapı Sarayı Bâbû’s Saade önünde yapılan en mühim ve görkemli törendir. Osmanlı’nın idare merkezi sayılan bu baba ocağında Sultan II. Bayezıd’ın 1481 yılındaki cülusundan, Sultan Vahideddin’nin 4 Temmuz 1918’deki cülusuna kadar cülus merasimleri burada yapılmıştır. Yalnızca Sultan V. Murad, Sultan II. Abdülhamid ve Sultan Reşad’ın cülus merasimleri istisnai durumlar söz konusu olduğundan başka  yerlerde yapılmıştır.

Cülus merasimi öncesinde vefat eden padişahın cesedi yeni padişaha gösterilerek eninde sonunda akıbetinin ne olacağı hatırlatılırdı. Sultan Vahideddin’in ağabeyi Mehmed Reşad’ın naaşını gördüğünde “Meğer saltanat ile teneşir arası ne kadar kısa imiş” dediği rivayet edilir.
18. Yüzyılın ortalarına kadar cülus merasiminin ilk kuralı Hırka-i Saadet dairesinde gerçekleşirdi. Tahta geçecek olan şehzade bir tarafında Darü’s Saade ağası, diğer tarafında silahdar ağa eşliğinde bu daireye götürülür ve saltanat alametlerinden olan Yusufi Sarık yani Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği Hz. Yusuf’un sarığı şehzadenin başına giydirilirdi. Burada Şeyhü’l-İslam ve dahi diğer devlet adamları yeni padişaha biat ettikten sonra iki rekât namaz kılınır ve ardından Bâbü’s Saade önüne çıkılırdı. Burada yeni padişah dualarla eşliğinde tahta doğru yürürken “Aleyke Avnullan”(Allah’ın yardımı seninle olsun) diye halk tarafından dua edilirdi. Altın tahta oturan padişah “Maşallah” dedikten sonra “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” diye bir görevli tarafından adet üzere uyarılırdı. Daha sonra ise yeni padişah tebrikleri kabul eder ve “Padişahın Devletinle Bin Yaşa” nidaları yükselirdi. Padişah ayağa kalkıp halkı selamladıktan sonra sadrazam el etek öper ve bağlılık belirtirdi.

Cülus ve alkışlardan sonra Mehter Marşı çalmaya başlardı. Daha sonra padişah kendinden evvelki padişahın cenaze namazını kılar ve Enderun’a dönerdi. Böylece ölen padişahın cenaze merasimi ile yeni padişahın cülus meresimi aynı gün yapılmış olurdu. Bir padişahın kabre girmesinin diğerinin ise tahta çıkmasının aynı gün yapılıyor olmasının asıl sebebi ise “yeni padişahın fani ömrünü Devlet-i Ali Osmaniye’ye hizmetle geçirmesi” mesajının verilmek istenmesiydi.

Cülus merasiminin son geleneği ise merasimin bitiminin ardından Kapıkulu askerlerine Cülus Bahşişi yani (Cülusiye) dağıtılmasıydı. Yeni padişahın emri ile bahşişin dağıtılmasının ardından merasim sona erer ve padişah artık görevine başlamış olurdu.

9 Temmuz 2013 Salı

Süleymaniye Camii'ndeki İs Odası







Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Camii, 1550 yılında yapılmaya başlanmış, külliyesi ile beraber tam olarak 1557 yılında yapımı tamamlanmıştır. Mimarisindeki incelik ve görünüşündeki heybet, Osmanlı’nın o dönemdeki gücünü bir kez daha dünyaya ispatlamıştır. Ana kubbesi, yan kubbeleri, minareleri ve olgun yapısıyla Haliç sırtlarında bakışları ve ilgiyi hemen kendisine çeken Süleymaniye Camii, hiç şüphesiz dünya mimarlık tarihinin en önemli eserlerinden biridir ve her dönemde İstanbul’a damgasını vurmuştur.

Oldukça ihtişamlı bir devirde haşmetli eserlere imza atmış olan Mimar Sinan, “kıyamete kadar yıkılmayacak olan kalfalık eserim” diye nitelendirdiği Süleymaniye Camii’ne şüphesiz büyük önem vermiştir. Öyle ki; yaptığı onlarca eserden ziyade Süleymaniye’yi çok önemsemiş, bu büyük külliyeye türlü sırlar gizlemiş ve adeta bir ressam gibi yaptığı eserin alt sağ köşesine, adeta imza niteliğinde kabrini hazırlamıştır.

İçerisindeki akustiğinden, kubbelerini taşıyan fil ayaklarına, örümcek ağına karşı konulan devekuşu yumurtalarından cevahir minaresine kadar birçok manidar sırrı bünyesinde barındıran Süleymaniye Camii’nin “İs Odası” ise, anlaşılması ve genç nesillere anlatılması gereken tarihi değerlerden belki de en önemlilerinden biridir.

Mimar Sinan bu büyük ve haşmetli Camii tamamladıktan sonra, o dönemde elektrik olmadığı için Camii içerisine 275 adet kandil ve mihrabın iki yanına da dev mumlar koydurarak yapının aydınlanmasını sağladı. Daha sonra ise bu kandillerden ve mumlardan çıkan isin Camii içerisine ve özellikle kubbeye zarar vermemesi için orta kapının hemen üst tarafında bir oda yaptı. Ve Camii içerisinde kubbeye yakın olan bölümlere karşılıklı olan iki adet menfez açarak kandillerden ve iki adet büyük mumdan çıkan isin hava akımına uğrayıp, mihrabın tam aksi yönüne hareket ederek, kapının üstünde dışarı açılan 4 adet pencereden içeriye çekilip bu is odasına girmesi sağlandı.

Mimar Sinan hava akımının is odası yönüne olmasını sağlamak için Camii “İs Odası” merkezli yapmıştır. Bu şekilde Camii’ye hiç zarar verilmeden, isler hazırlanmış olan bu “İs Odası”na kolayca toplanmış ve kurduğu özel nemlendirme sistemi ile isler odanın duvarlarına yapışmıştır. Daha sonra ise isler duvarlardan kazınıp bir kaba koyulmuş ve içerisine baharat ve su katılarak İs Mürekkebi elde edilmiştir. Elde edilen İs Mürekkepleri ile yüzyıllar boyunca dini, siyasi, idari pek çok ferman ve berat yazılmıştır.

Elde edilen mürekkepler Surre Alaylarındaki develerin boyunlarına takılarak kutsal topraklara gönderilmiş, geri döndüklerinde ise kutsal topraklara giden mürekkepler özel hattatlara verilerek Kur’an-ı Kerim’ler yazdırılmıştır. Hattatların kamışı ile birleşen mürekkeplerden nice Kur’an-ı Kerim’ler, hat levhaları ve dualar yazılmış ve bu eserler günümüze kadar ulaşmışlardır. Rivayetlere göre dönemin en önemli Hattatı Ahmet Karahisari pek çok yazısını Süleymaniye Camii’nin içerisindeki “İs Odası”ndan aldığı mürekkeple yazmıştır.

Bunlara eklememiz gereken diğer bir unsur ise,  mumlardan çıkan islerin “İs Odası”na ulaşması için açılan menfezlerin birinden bakıldığında yalnızca camii içindeki Allah yazılı levha, diğerinden bakıldığında ise yalnızca Muhammed yazılı levhanın görünüyor olmasıdır.  Tüm bunlar asla rastlantı değil, Mimar Sinan’ın yine ince bir hesapla bunları ayarlamış olmasındandır.


Birinci Dünya Harbi döneminde tümüyle unutulan, Cumhuriyet döneminde ise hiç hatırlanmayan bu “İs Odası”, seksenli yıllarda ayakkabı ile girilip özel dostlar gezdirilen Süleymaniye Camii gibi harap ve bitap halde 2008 yılına kadar gelmişti. İs Odası’nın duvarlarını kimi boş yere karalamış, kimi aşkını yazmış, kimi sevmediği kişiye küfrünü kazımış, kimide hatırasını dillendirmişti. Bu şekilde içler acısı ve Mimar Sinan’ın kemiklerini sızlatacak bir durumda olan İs Odası, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Süleymaniye Camii’ni genel restore çalışmasından sonra aslına uygun hale getirilmeye çalışılan “İs Odası” günümüzde belki yapılma amacını ifa etmiyor lakin, şimdilerde gelecek ve görüp tefekkür edecek ziyaretçilerini bekliyor….


“Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyor,
       fakat hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar.”

Oscar Wilde'nin söylediği gibi bizler hiç bir şeyin değerini bilemeyen tarihine, tarihi kültürüne sahip çıkamayan bir topluluk haline geldik. Bizler inkıtaya uğradık lakin artık farkına varmanın ve sahip çıkmanın çoktan zamanı gelmiş durumda. Dünyada eşi benzeri olmayan Sis Odası'nın ve dahi milyonlarca tarihi değerin farkına varan bir tolum olmamız ve değerlerimize sahip çıkmamız temennisi ile.....                                         


Nermin Taylan......