27 Ağustos 2013 Salı

Aynı Amerika değil miydi? Irak'ta bunları yapan






KORKUYORUM...

ÜRKÜYORUM…

EVVELKİ YAŞANANLAR GELİNCE AKLIMA...

YİNE AYNI VAHŞETİ GÖRME ENDİŞESİ DOLUYOR İÇİME,

ÜRPERİYORUM…


Ortadoğu’da oynanan oyun ve “Vadedilmiş Topraklar” için yaşanan vahşet aşikâr. Müslüman kanı oluk oluk akarken kokuşmuş Batılı devletler ve ABD olayları alkışlama modundan çıkmış Suriye’ye müdahale için hazırlık yapmakta.

Filistin, Mısır, Doğu Türkistan, Arakan ve Suriye; kimisinde harici din mensupları büyük bir zevkle Müslüman kanı dökerken, kimisinde ise bizzat Müslüman tarafından kendi din kardeşinin kanını hiçbir vicdanın almayacağı şekilde hunharca akıtmakta.

Rabia Meydanı’nda savunmasız insanlara açılan ateş sonucu yüzlerce can katledildiğinde, Suriye’de kimyasal silah kullanılıp masum insanlar vicdansızca öldürüldüğünde ve benzeri katliamlarda hiç şüphe yok ki, görüntüleri izlerken bu kanı dökenlere hepimiz lanet ettik. Akan kanın durması ve yaşanan vahşetin sona ermesi için dualar ettik, çağrılarda bulunduk.

Fakat şimdi kimyasal silahları üreten ve bunun satışını yapan ülkelerden biri olan Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye’ye gireceği ve oraya barışı, huzuru yeniden getireceği söyleniyor. Ve bir de bunun için ülkemden destek isteniyor. Daha doğrusu destek istenmeden hazır vaziyette “siz girin biz destek veririz” deniliyor.

Çok uzağa gitmeden hafızamızı söyle bir yokladığımızda söz konusu ülkenin Irak’a da aynı vaatlerle girdiğini hemen hatırlarız. Ancak daha sonra ortaya çıkan görüntüler gerçeğin hiçte öyle olmadığını dünyaya ispatlamıştı.


Ne mi olmuştu Irak’ta? Yalnızca bir kaçını sayalım…

-          Amerikan askerlerinin eğlence olsun diye çırıl çıplak soydukları erkekleri birbirleri ile zorla ilişkiye zorladılar.

-          İlişkiye girmemek için direnenleri son model silahları ile taradılar.

-          Müslüman kadınlara tecavüz ederek hamile bıraktılar.

-          Kadın, erkek çoluk çocuk demeden önlerine gelene tecavüz ettiler.


-          Tırlara doldurdukları yüzlerce insanın üzerine ateş açarken zafer çığlıkları attılar.

Daha pek çok şey sıralayabiliriz elbet ancak ne vicdan ne de dil izin veriyor yaşananları anlatmaya. Arama motorlarına “Irak’ta yaşanan işkenceler” diye bakıldığında çıkan fotoğraflara bakmaya yürek dayanmıyor. Yaşanan tecavüzlerden sonra Amerikan ırkının Irak topraklarında çoğaldığı ve mavi gözü sarışın Iraklıların tecavüzlerden sonra doğduğu herkesçe mâlum… bir milletin adeta ırkı değişti…

Amerika, Irak halkına bunları yaparken dünya suskun, huzurlu ve sakindi….

Şimdi ise yine aynı Amerika ve aynı zihniyetin mensupları Suriye’ye girecek. Ve benim ülkem zalimin karşısında durmak adına Başka bir zalimi destekleyecek. Müslüman yine Müslümanların kanının dökülmesine vesile olacak. İşte burada tam burada bir Müslüman olarak;
   

                                                     Korkuyorum…

                                                     Ürküyorum…

                                                     Ürperiyorum…

23 Ağustos 2013 Cuma

UTANIYORUM!!




Mazlumların feryadı ayyuka çıkmış, Müslümanların üzerine ölüm yağıyor, dünya kan seline dönmüş, eli kanlı olanlar gözü yaşlı olanları anlamıyor. Batıda fütursuzca eğlenceler devam ederken, Doğuda küçücük bedenler kefenlere sarılıyor. Esma’lar Yusuf’lar şehadetleriyle vicdanı olanları gözyaşlarına boğuyor ama ne çare ki, dünya bu vahşeti yalnızca seyrediyor.

-          Mısır’da, Suriye’de, Türkistan’da, ve dünyanın sair yerlerinde yaşanan katliamlar için,

-          ölen masum bebekler, savunmasız insanlar, arş-u âlâya çıkan feryatlar için,

-          Müslüman ülkelerin kâfirliği, Kâbe’yi kuşatan dinsiz emirler için,

-           bir”LEŞ”miş milletlerin kokuşmuşluğu için,

-          kan emici Batı, vadedilmiş toprakları elde etme adına Müslüman kanı üzerinde tepinmeyi marifet sayan, insanlıktan çıkmış İsrail için,


Oturup bende bir yazı yazmak istedim…Lâkin.. Kelimeler düğümleniyor boğazıma.. Yetersiz artık tüm cümleler insanlığını yitirmiş varlık güruhuna… Görüntüleri her izlediğimde insanlık anlamını yitiriyor…. Yazmak, anlatmaya çalışmak boş geliyor..


Konuşamıyorum!…….

Yazamıyorum!…….

UTANIYORUM!….

…………………..m!

18 Ağustos 2013 Pazar

”Mağrur Olma Padişahım Senden büyük Allah var!”










PADİŞAHIM ÇOK YAŞA !!!  



Osmanlı devlet geleneğinde hemen her padişaha uygulanan ve devlet törenlerinde dönemin padişahına dua niyetinde söylenen “Padişahım Çok Yaşa” sözü, asli manası incelenmediğinden, belki de yeterince önemsenmediğinden dolayı genç nesillere yanlış aktarılmış, akıllara yanlış kazınmıştır.

                    Osmanlı devlet törenlerinde uygulanan ve teşrifat geleneklerinden biri sayılan padişah ve vezirler için söylenen güzel söz ve “Padişahım Çok Yaşa” nidaları, şimdilerde ise yerini el çırpmaya yani alkışa bırakmıştır. Uygulandığı dönemlerde ise hükümdara bir dalkavukluk, yalakalık değil halk tarafından sen yaşa, sen yaşa ki devlet yaşasın, ülke yaşasın, millet yaşasın anlamına gelmekteydi. Devletin sağ olması milletin sağ olması, refah içinde yaşamak demekti. Bu sebeple padişahın bizzat iştirak ettiği törenlerde hep bir ağızdan söylenir, dualar ile devletin, milletin sağ olması niyaz edilirdi.

Şimdilerde Sultan Abdülhamid Han’ın bazı merasim resimlerinde ve diğer iki padişahın görüntülerinde görebildiğimiz ancak, Osmanlı padişahlarının hemen hepsinin katıldığı merasimlerde halk tarafından söylenen bu sözlerin çıkış aşaması şu şekilde olurdu;

Osmanlı Padişah bir merasim için tahtına oturduğunda veya atına bindiğinde yahut camiye gittiğinde ya da kutlamaları kabul ederken orada hazır bulunan alkış çavuşları, teşrifatçı başının işaretiyle: hep bir ağızdan;

                     -Padişahım çok yaşa!

                     -Ömr-ü devletinle bin yaşa!

                     -Aleyke avnullah! (Allah’ın yardımı seninle olsun)

                     -Devletinle bin yaşa!

                     -Mâşallah!
                     derler ve tam bu nidalar sona erdiği andan bir nidacı Padişahı uyarma mahiyetinde olan -Mağrur olma padişahım senden büyük ALLAH var! Diye bağırırdı.

                     Son olarak Alkışçıbaşının, “Hareket-i hümâyun padişahım, devletinle bin yaşa!” diye bağırmasının ardından padişah ayağa kalkar; yüksek rütbeli devlet büyüklerinin (sadrazam ve paşaların) ve İstanbul kadısının tebriklerini ayakta kabul eder akabinde  Alkışçıbaşının tekrar “İstirâhât-ı hümâyun padişahım, devletinle bin yaşa!” diye bağırması ile oturur ve diğer küçük rütbeli devlet çalışanlarının tebriklerini kabul ederdi.

Alkış, padişaha yapılan bir dua olduğu kadar aynı zamanda bir uyarı unsuru da taşımaktaydı: ”Mağrur Olma Padişahım Senden büyük Allah var!” diyerek ince bir tehdit ve sende bizler gibi Allah’ın kulusun yarın ölecek ve bizler gibi ilahi adalette hesap vereceksin.  Bunu unutma ve tahtta otururken sakın ola gururlanma” demekti.



                   PADİŞAHIM ÇOK YAŞA !!!
                   ÖMRÜ DEVLETİNLE BİN YAŞA !!

                   MEKANINIZ CENNET OLA..

17 Ağustos 2013 Cumartesi

FETİHTEN SONRA CAMİİYE ÇEVRİLEN KİLİSELER


Osmanlılarda süre gelen bir geleneğe göre, savaş esnasında bir kale ve ya şehir fethedilince, ordu içeriye girip buçlara bayrak çeker ve akabinde burçlarda ezan sesi yükselirdi. Ve hemen şehrin en büyük kilisesi camiiye çevrilir, sonra da ilk cuma namazı burada kılınırdı. Bu durum İstanbul'un fethinde de böyle olmuş Ayasofya, Padişah tarafından camiiye çevrilerek ilk cuma namazı burada kılınmıştır.

Şehrin en büyük kilisesi camiiye çevrildikten sonra diğer mabedlere dokunulmamış, şehirde yaşayan gayrımüslimlere diledikleri gibi ibadetlerini yaşama hakkı verilmiştir. Ancak fetihten sonra şehirdeki Müslüman nufusun artması ve gayrimüslim nufusun azalması ile beraber mabedlerdeki cemaat yokluğundan ve camii ihtiyacından dolayı pek çok Hristiyan mabedi camiiye tevdil edilmiştir. 1453 yılından 1923 yılına kadar İstanbul'da camiiye çevrilen kilise sayısı yalnızca 20 tanedir. Bunların içerisinde ise Fatih Sultan Mehmed döneminde camiiye tevdil edilen mabed sayısı altıdır. Bizzat Fatih tarafından camiiye çevrilen kiliseler şöyledir;





Ayasofya Camii

Ayasofya, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından MS 532 - 537 yılları arasında İstanbul’un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa edilmiş olan dönemin en büyük Hristiyan mabedidir.  Bazilika planlı bir katedral olarak inşa edilen yapı 1453 yılında İstanbul'un Türkler tarafından alınmasından sonra, Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise, 1935 yılında müzeye çevrilmiştir ve hala müze olarak hizmet vermektedir.
Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olmakta ve kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınmaktadır.

Sofya Yunancada bilgelik manasına gelmektedir. Bu nedenle “aya sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da "ilahî bilgelik” anlamları taşımaktadır.




Eski İmaret Camii ve ya yapıldığı zaman ki adıyla  Pantepoptes Manastırı Kilisesi

İstanbul'un Zeyrek semtinde Komennos hanedanının kurucusu Aleksios Komenna  tarafından yaptırılan, Doğu Roma  döneminden kalma bir mabeddir. En kuvvetli rivayetlere göre 1081- 1087 yılları arasında inşa edilmiştir.

İstanbul’un fethinden sonra bir dönem medrese olarak kullanılan yapı yine Fatih Sultan Mehmed döneminde camiye çevrilmiştir.




Zeyrek Camii ve ya ilk adıyla Pantokrator Manastırı Kilisesi

 Günümüz İstanbul'unun Zeyrek Semtinde Doğu Roma döneminden kalma kilise üç ayrı şapelin bir araya gelmesinde oluşur. Devrin en görkemli mabedi Ayasofya'dan  sonra İstanbul'da ayakta kalan en büyük eski kilisedir.

Güney  tarafında inşa edilen  ilk kilise II. Yannis Komennos'un karısı İrene tarafından 12. yüzyılın başlarında yaptırılmıştır. Karısının ölümünün ardından imparator kilisenin kuzeyinde, bir kilise daha yaptırmıştır. Daha sonraki yıllarda ise bu iki kiliseyi birleştirme adına ortaya bir kilise daha inşa edilerek toplamda üç kilise olan yapı tek kilise olarak halka açıldı.

Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fetheyledikten sonra ilk medreseyi burada açmıştır. Müderrisliğine Zeyrek Mehmed Efendi’nin atandığı medrese birkaç yıl hüküm sürdükten sonra Fatih Külliyesiyle  birlikte yeni medreselerin yapımı tamamlanınca buradaki medrese kapatıldı ve bina camiye tevdil edilerek müderrisi Zeyrek Mehmed Efendi’nin ismini aldı. Günümüzde ise yalnızca güney kısmı cami olarak kullanılmaktadır.




Vefa Kilise Camii

İstanbul'un üçüncü tepesinde yer alan bu kiliseden dönme camiinin ilk ismi hakkında elimizde herhangi bir bilgi mevcut değildir. Kilisenin, duvar işlerini inceleyen sanat tarihçilerine göre yapı, 11. yüzyıl sonu, 12. yüzyıl başlarında I.
Aleksios Komnenos döneminde inşa edilmiş,  Aziz Theodoros'a adanmıştır. Yapı Dördüncü Haçlı Seferi'nden sonra Konstantinopolis'in Latin kontrolünde olduğu dönemde Roma Katolik Kilisesi olarak kullanılmıştır.

İstanbul’un fethinden kısa bir süre sonra kilise olarak kullanıma açılan yapı, Fatih Sultan Mehmed'in hocası Molla Gürani tarafından cami haline getirilmiştir. Çok az bir zaman sonra İstanbul müftüsü olan Molla Gurani sayesinde, Camii daha sonraları Molla Gurani ismiyle anılmaya başlanmıştır. 1883 yılında çıkan bir yangın nedeniyle caminin büyük bölümü tahrip olmuştur.  1937 yılında kısmi bir restorasyon gören yapının mozaikleri temizlenerek adeta yeniden keşfedilmiştir.



Sancaktar Hayrettin Camii

İstanbul’un Fatih Semti, Teberdar Sokağı'nda, Sirkeci- Halkalı tren hattı Kocamustafa paşa durağının 500 metre uzağında bulunan Sancaktar Hayrettin Camii hakkında elimizde kesin bir bilgi mevcut değildir.  Yapının Gastrion Manastırı'nın bir parçası olduğu düşünülse de, adı geçen manastırın fazla doğusunda olması nedeniyle bu görüş herkes tarafından kabul görmemektedir. Yapı hakkında doğru bildiğimiz tek şey, İstanbul'da Komnenos ve Paleologos dönemi Bizans mimari yapıtlarının küçük bir örneği olduğudur.


İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmed’in sancaktarı Hayrettin Efendi yapıyı bir mescide çevirmiş ve öldükten sonra naaşı buraya defnedilmiştir. Camiye çevrildikten sonra açılan vakıf ise günümüze kadar ulaşmamıştır. 1894 yılındaki depremde camii büyük hasar gören yapı, 1973 ve 1976 yılları arasında onarılmıştır.



Arap Camii

 İstanbul’un Beyoğlu ilçesi Galata semtinde bulunan Arap Camii’nin ilk
ismi San Paolo Kilisesi’dir.

İstanbul’un Fethi için M.S. 717 yılında gelmiş olan Müslüman Arap kumandanlarından ve sahabe neslinden meydana gelen bir ordu başında Mesleme Bin Abdülmelik adındaki komutan; Galata’da Bizans semalarına ilk Ezan-ı Muhammedi sesinin yükseldiği bir Camii yaptırmış ve adına da Arap Camii denilmiştir. Ayasofya’dan önce İstanbul semalarında ilk ezan sesi Arap Camii’nden yükselmiştir.


7 yıl kadar Arap Müslüman ordusuna hizmet eden camii, Arapların Şam’da ki isyan nedeniyle oraya yönelmesiyle birlikte, Dominiken Papaz ve Rahipleri burayı kiliseye çevirmişlerdir. 1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra 1475 yılında kilise, eski haline getirilerek yeniden Arap Mescidi adını almıştır.  

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Ercüment Banu Begüm (Mümtaz Mahal) ve Mezarı Taç Mahal




Mimari bir hazine ve ya büyük bir tutkunun anıtı.
Ya da şairin dediği gibi “taşa kazınmış aşkın şiiri.”
Mehtaplı gecelerde dahi aydan daha parlak görünen,
Yükselen Osmanlı mimarisinin, Hindistan ve dünya tarihine hediyesi…



                                          
Dünya tarihinde dillere destan bir aşk ile tanınan ve kendisi için dünyanın yedi harikasından biri inşa edilen Mümtaz Mahal, beşinci Babür İmparatoru’nun pek sevgili eşi ve emsali görülmemiş bir aşkla bağlı kalınan yegâne sevgilidir.
O, ölümü ölümsüzleştirilen, dünya döndükçe ismi anıtı ile yaşayacak olan bir Türk sultanıdır.
1607 yılında Babür İmparatorluğu’nun başkenti olan Agra’da dünyaya gelen Mümtaz Mahal, 14 yaşında iken daha sonra Babür İmparatoru olacak ve Şah Cihan ünvanı ile anılacak, Prens Khurram ile sözlenir ve 10 Mayıs 1612 yılında 19 yaşında iken evlenir. Asıl ismi Ercüment Banu Begüm olan sevgili, artık “sarayın süsü” manasına gelen Mümtaz Mahal diye anılacaktır.
Şah Cihan daha önce iki defa daha evlenmiştir ancak artık onun için yegâne sevgili Mümtaz Mahal’dir. Pek sevdiği eşini gittiği seyahatlerde yanında götürüyor bir an bile yanından ayırmıyordur. Ona olan sevgisini göstermek ve güvenini kanıtlamak için Babür İmparatorluğunun mührünü bile kendisine emanet etmiştir. 19 yıllık evliliklerinde peş peşe 13 çocukları dünyaya gelmiştir ve Mümtaz Mahal on dördüncü çocuklarına hamiledir.
1631 yılında Burhanpur’da bir isyan çıkmıştır ve Şah Cihan’ın isyanı bastırmak için oraya gitmesi gerekmektedir. Ancak Mümtaz Mahal’in hamileliğinin son günleridir. 19 yıl boyunca eşini yanından ayırmayan Şah Cihan yine eşini yanında götürür, isyan bastırılır lakin dokuz aylık hamile olan Mümtaz Begüm bu yorgunluğa dayanamayarak erken doğum yapar. On dördüncü çocukları sağlıklı bir şekilde dünyaya gelir fakat 38 yaşındaki Mümtaz Mahal doğum esnasında hayatını kaybeder.
Eşinin ölümü ile yıkılan Şah Cihan cenazeyi Burhanpur’da bırakarak Agra’ya döner. Eşi olmaksızın yaşamak bir anlam ifade etmiyordur artık, adeta hayata küser, devlet işlerini yardımcılarına bırakır ve eşi için, en az eşi kadar güzel olabilecek bir anıt mezar yaptırmak ister.
1632'de inşasına başlanan eser, 20 yıl sonra 1652'de tamamlanır. (Bu eşsiz yapıyı meydana getirenler; Mimar Sinan’ın öğrencilerinden, İsa Mehmet Çelebi ve ona yardım etmek üzere Agra'ya davet edilmiş Semerkantlı Mehmet Şerif'tir. Kubbenin yapımından sorumlu kişi yine Mimar Sinan’ın talebelerinden İsmail Çelebidir. Duvarlardaki mermere oyularak yazılanlar İstanbul'dan hattat Settar Efendi'nin hüneridir.) Şah Cihan daha önce ülkede sarı kum taşı tercih edilerek yapılan eserlerin aksine, Taç Mahal’in yapımı için tutkuyu sembolize eden beyaz mermer kullanmıştır. Ayrıca duvarlarında yüz binlerce akik, sedef, firuze taşı, 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 adet inci gömdürmüştür.
Taç Mahal’in yapımı tamamlandıktan sonra Mümtaz Mahal’in cesedi tam 23 yıl sonra ilk gömüldüğü yerden alınarak kendisi için yapılan anıt mezar içindeki bölüme defnedildi. Efsanevi rivayetlere göre Şah Cihan, eşi için yaptırdığı bu anıt mezarın bir benzerinin daha yapılmaması için inşaatta çalışan tüm işçilerin kollarını kestirmiştir.
Şah Cihan, Taç Mahal’in tamamlanmasından kısa bir süre sonra oğlu Alemgir tarafından akli dengesini yitirdiği ve devlet işlerinin aksadığı gerekçesi ile tahttan indirilerek Agra Kalesi’ne kapatılmıştır. Agra Kalesi Taç Mahal’in tam karşısında yer almaktadır ve en üst bölümdeki hücre sekizgendir. Bu sekizgen odanın neresinden bakarsanız bakın Taç Mahal’i görmektedir. Efsaneye göre Şah Cihan ömrünün kalan günlerini bu sekizgen odada Taç Mahal’i seyrederek ve eşi ile mutlu günleri hatırlayarak geçirmiştir.

Rivayetlere göre Şah Cihan, 22 Ocak 1666 yılında Agra Kalesi’ndeki odasında hayata gözlerini yumarken yine Taç Mahal’e yani pek sevdiği ve doyamadığı eşi Mümtaz Mahal’e bakmaktadır. Ölümünün ardından Taç Mahal’e, Mümtaz Mahal’in yanına gömülmüştür. 

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Yusuf Ziya Paşa Köşkü "Perili Köşk"






Özgün ve ihtişamlı mimarisiyle İstanbul kültür mirasının önde gelen örneklerinden, Rumelihisarı'nın en önemli ve tarihi binalarından biridir Yusuf Ziya Paşa Köşkü. Ya da başka bir deyişle, Perili Köşk. Tarihi serüveni içerisinde emsali görülmemiş bir aşka ve hazin bir akıbete sahne olan bu efsanevi köşkün yapımı da bir o kadar efsanevi ve etkileyicidir.

Dönemin Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın Başyaveri olarak görev yapan Yusuf Ziya Paşa, kendisi ve çok sevdiği eşi için İstanbul Boğazı’na bir köşk yaptırmaya karar verdiğinde çok zengindir. Daha önce bir evlilik yapmış olmasına rağmen adeta peri güzelliğinde bir kadına aşık olmuş ve onunla geçireceği mesut günlerin hayalini kurmaktadır.

Bu köşk için Rumelihisarı’nı seçmiş ve köşkün yapımına başlanmıştır. Daha önce İstanbul Boğazı’nda emsali görülmemiş bir mimariye sahip olan köşkün katları fazla olduğunda dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamid’in engeline takılır. Çünkü Abdülhamid Han İstanbul Boğazı’nda minareden daha yüksek bir yapı görmek istemiyorum diye irade buyurmuştur. Bir müddet sonra Yusuf Ziya Paşa bazı katlarından feragat eder ve yalnızca şimdilerde bizlerin çatı katı dediğimiz, Osmanlı’da ise Cihannüma ismi verilen tek gözlü bir oda yapmaya karar verir.

Marsilya tuğlasından yapılan ve tuğlaları Fransa’dan özel olarak getirilen bu Cihannüma katı yapılırken Birinci Dünya Savaşı patlak verir ve bina yapımında çalışan işçilerin tamamı savaşa gönderilir. Esasında tüccar olan Yusuf Ziya Paşa’nın gemileri ardı ardına yükleri ile batar ve Yusuf Ziya Paşa iflas eder. Vaziyet bu haldeyken binanın yapımı durur ve yapımına maddi nedenlerden dolayı devam edilemez.

Yusuf Ziya Paşa, işlerini biraz toparladıktan ve para biriktirdikten sonra köşkün yapımına devam etmek ister ancak yalnızca Cihannüma bölümünü yaptırmaya gücü yetmektedir. Alt katlarının sadece tuğlası ve dışı tamamlanır, Cihannüma bölümünün yapımına devam edilir. Bunun sebebi de çok sevdiği eşi ile yalnız kalabilmek, birlikte boğazı seyredebilmek isteğidir. Çünkü bu köşkü peri kadar güzel olan eşi ile mutlu günler yaşamak için yaptırmaya karar vermiştir.
Köşkün Cihannüma bölümü tamamlandığı sırada Yusuf Ziya Paşa tekrar iflas eder ve tüm mal varlığı elinden gider. Felaketler birbirini kovalarken o çok sevdiği eşi de parasız kalan paşayı terk eder. Para yoksa eğer aşkta yoktur ve Perili Köşk’teki mutlu günler hayal olmuştur. Yusuf Ziya Paşa bu durumdan sonra kırılır ve köşkün yapımını durdurur. Çünkü artık burası onun için önemini yitirmiştir.

Eşinin kendisini terk etmesinden sonra fazla yaşamayan Yusuf Ziya Paşa 1926 yılında hayatını burada, Cihannüma bölümünde kaybeder. Ölmeden önce ise bir vasiyeti vardır. Der ki;
Ben öldükten sonra köşkümün Cihannüma kısmındaki taşları sökün ve Mısır’a getirip kabrimi onlarla tamamlayın. Benim mezarım orada Nil Nehri’nin kenarında olacak.
Hayatı boyunca en mesut günlerini İstanbul Boğazı’nda ki köşkünün Cihannüma bölümünde yaşayan Yusuf Ziya Paşa, şimdilerde Nil Nehri’nin kenarında mutlu günlerine tanıklık eden yapının içerisinde yatmaktadır.


ŞİMDİLERDE PERİLİ KÖŞK

Yusuf Ziya Paşa’nın 1926 yılında ölümünün ardından köşk, ailesi ve ikinci eşinin ilk evliliğinden olan üç kızına kaldı. Aile 1993 yılına kadar köşkte oturdu. Birinci katında ise kiracılar yaşadı. Yarım kalan inşaat nedeniyle tamamlanamayan ve boş kalan ikinci ve üçüncü katlardan gelen piyano sesi ve inşaatında çalışan işçilerin aynada kadın silületi görmeleri nedeniyle bina çevrede “Perili Köşk” diye anılmaya başlandı.

Köşk 1993 yılında aile tarafından Gümüşhaneli bir müteahhite satıldı.

Satış işleminden sonra yapının yenileme ve uygulama işleri, 1995-200 yılları arasında Türk mimar Hakan Kıran tarafından gerçekleştirildi. Cephenin taş ve tuğla kaplaması aslına sadık kalınarak tamamlandı. Köşkün dış görüntüsü aslına uygun korunurken, iç mekânlar modern bir şirket niteliğinde yenilendi. Şimdilerde dışarıdan bakıldığında orijinal bir görüntü vermekte ise de iç mekân olarak aslından hiçbir emare bulunmayan bir haldedir.

Toplamda 10 katlı olan yapı, bir yanda Karadeniz, diğer yanda ise Marmara Denizi açılımını görmektedir.

2007 yılından 2030 yılına kadar kiralanan yapı, bir holdingin ana binası olarak kullanılmaktadır.

9 Ağustos 2013 Cuma

Mustafa Reşit Paşa Yalısı


                     




                           BEDBAHT SULTANLARIN, TALİHSİZ DAMATLARIN YALISI


Muazzam havası, eşsiz güzelliği ile görenleri büyüleyen İstanbul Boğazı’nda, ilk bakışta göze çarpan ve insanı kendine hayran bırakan onlarca yalı ve saray var. Bunlardan bazılarının tarihi serüvenini bilir bazılarını ise yalnızca görmekle yetiniriz.

Adını Fatih Sultan Mehmed döneminde Osmanlı Donanmasının başında bulunan ve İstanbul’un fethinde büyük önem arz eden gemileri burada hazırlamış olan Kaptan-ı Derya Baltacıoğlu Süleyman Bey’den alan ve günümüzde Baltalamanı olarak bilinen sahil semtindeki saray ise bu saraylardan yalnızca bir tanesidir.

 Şimdilerde İstanbul Üniversitesi Sosyal Tesisleri, bir kısmı ise Baltalimanı Kemik Hastahanesi olarak kullanılan bu yapı,  asilliği, mimari yapısı ve sadeliği ile görenleri mest ederek her daim tarihi konumu merak edilen bir saray haline gelmiştir. Ancak iki hanım sultanın ve dört hanedan damadının hazin sonlarına sahne olan bu sarayın hayat sahnesindeki rolü o kadar da parlak değildir.

Emsallerine nazaran biraz hüzünlü ve elim bir geçmişe sahip olan bu sahil sarayı; 1840’lı yıllarda Tanzimat döneminin meşhur devlet adamlarından Mustafa Reşit Paşa tarafından, o dönemlerin en meşhur mimarı konumunda olan Serkis Balyan’a yaptırılmıştır. Yapımından sonra saray, Mustafa Reşit Paşa Sarayı ve ya Sahil Sarayı olarak anılmıştır.

Yapımından on dört yıl sonra dönemin padişahı Sultan Abdülmecid, kızı Fatma Sultan’ı Reşit Paşa’nın oğlu Ali Galip Paşa ile evlendirince padişah, sarayı Mustafa Reşit Paşa’dan satın alıp yeni evli çifte tahsis eder.

14 yıl boyunca sade bir yaşam sürülen sarayda elim hadiseler, biri 14 diğeri 25 yaşındaki yeni evli çiftin saraya yerleşmesiyle ardı ardına vuku bulmaya başlar.

Fatma Sultan ile Ali Galip Paşa’nın evliliklerinin dokuzuncu ayında Cemile ismini verdikleri bir kızları dünyaya gelir. Fakat yeni doğan bebek birkaç gün yaşadıktan sonra yüksek ateş sebebiyle hayatını kaybeder. Evlatlarını yitirdikten sonra genç çift tam kendilerini toparladıkları vakitlerde, Ali Galip Paşa 1858 senesinde bir gece kayıkla Dolma Bahçe Sarayı’ndaki bir devlet toplantısından sarayına döndüğü sırada kötü hava muhalefeti sonucu uşağı ile birlikte denize düşerek kaybolur. Birkaç gün sonra ise paşa ve sadık hizmetkârının cesetleri birbirlerine sarılmış bir vaziyette boğazın uzak bir yerinde bulunur.

Dul kalan Fatma Sultan bir yıl sonra başka bir paşa ile evlenir. Fakat Abdülmecid ölmüş yerine ağabeyi II. Abdülhamid tahta geçmiştir. Abdülhamid, Fatma Sultan’ın yeni kocası Mehmed Nuri Paşa’yı, Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve öldürülmesi olayına karıştığı gerekçesi ile tutuklattı. Mehmed Nuri Paşa Yıldız Sarayı’nda kurulan mahkemede yargılanıp idama mahkûm edildi. Ancak Sultan Abdülhamid Han, kardeşinin kocasının idam cezasını müebbet hapse çevirerek Arabistan’a gönderip diğer mahkûmlarla beraber Taif Kalesi’ndeki zindana kapattırdı. Fatma Sultan da ağabeyi Abdülhamid’in emri ile paşayı boşadı. Fatma Sultan’ın dünyaya gelen üç evladı ardı ardına hayatını kaybetti. Ve 1884 yılında yaşadığı elim hadiselere dayanamayarak göz hapsinde tutulduğu yalıda, 44 yaşında vefat etti. Mehmed Nuri Paşa ise Taif’e giderken aklını yitirmişti. Esaret altında tutulduğu yıllarda akli dengesi bir daha yerine gelmedi ve dokuz yıllık hapis hayatından sonra, 1890 senesinde hayatını kaybetti.

Böylece bu saraya damat olarak gelen ikinci paşanın da akıbeti felaketle neticelenmişti.

Fatma Sultan’ın ölümünün ardından hazineye kalan saray, bu defa başka bir hanedan mensubu hanım sultana, Fatma Sultan’ın kızkardeşi, Abdülmecid’in diğer kızı Mediha Sultan’a tahsis edildi. Güzelliği ile meşhur Mediha Sultan, 1879 yılında Paris Sefareti Kâtibi olan Sami Paşazade Necip Bey ile evlendirildi. Bu evlilikten sonra Sahil Sarayı’nda yaşamaya başlayan çiftin Abdurrahman ismini verdikleri bir oğulları dünyaya geldi. Fakat yalı içinde yaşayanlara elim hadiseler yaşatmaya devam ediyordu. Çiftin mutlulukları evliliklerinin altıncı yılında Damat Necip Paşa’nın tifoya yakalanıp hayatını kaybetmesiyle son buldu. Yalı 1885 yılında bir damadın daha ölümüne ev sahipliği yapıyordu.

Mediha Sultan eşinin ölümünden bir yıl sonra genç bir diplomat olan Mehmed Ferid ile evlenmek istedi. Sultanın istediği olmuş ve tarihe Damat Ferid ismiyle fakat hiç hoş olmayan bir şekilde nam salacak Mehmed Ferid, artık saraya damat olmuştu. Yeni damat saray tarafından hemen paşa yapıldı.

Yalı bu kez gösteriş düşkünü Damat Ferit Paşa’nın müzikli davetlerine, yemeklere ve balolara tanık oluyordu. İstanbul halkı tarafından günlerce konuşulan bu toplantılara Damat Ferid Paşa smokinle katılıyor ve Mediha Sultan'ı da açık  giysiler ve tuvaletlerle bu toplantılara katılmaya zorluyordu. Damat Ferid lüks balolarla yalıyı aydınlatıyor ancak ülkeyi karanlıklara sürüklüyordu.

Damat Mehmet Ferid Paşa Sultan Vahideddin döneminde 4 Mart 1919 - 30 Eylül 1919  ve 5 Nisan 1920 - 17 Ekim 1920 tarihleri arasında toplam bir yıl bir ay on beş gün sadrazamlık yaptı. Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki ulusal kurtuluş hareketine muhalefetinden ötürü savaştan sonra Yüzellilikler listesine alınarak vatan haini ilan edilince, 1922 yılında İstanbul’un işgalden kurtulmasından birkaç gün önce karısını ve çocuğunu yanına alarak Avrupa’ya gitti. Sürgünde bir yılın ardından yakalandığı kansere yenik düşerek 1923 yılında Nice’te öldü. Sürgünde kocasız ve beş parasız kalan Mediha Sultan, elindeki birkaç mücevheri ve değerli eşyaların tümünü satarak yaşam mücadelesi verdi. Ve yorgun bedeni 1928 senesinde hayata yenik düştü. Osmanlı sarayında doğan Mediha Sultan, Fransa’nın İtalya ile sınır kasabası Menton’da sefalet içinde hayatını kaybetti.

Osmanlı hanedanının 1924 yılındaki sürgününden sonra Baltalimanı’ndaki boş kalan saraya devlet el koydu ve Damat Ferit Paşa’nın zengin kütüphanesi dahil olmak üzere tüm değerli eşyalar mezatta satıldı. Bina önce Balıkçılık Enstitüsü yapıldı, daha sonra harem kısmı Kemik Hastalıkları Hastahanesi, selamlığı ise İstanbul Üniversitesi'nin sosyal tesisi oldu.
Vaktiyle iki sultan ve dört damat gibi içerisindeki misafirlere pek hayır getirmeyen ancak şimdilerde şifa evi olan Baltalimanı Sahil Sarayı’nın öyküsü işte böyle.