29 Mart 2013 Cuma

Bâb-ı Âli





“Yüksek kapı”, “yüce kapı” anlamlarını taşıyan bu terim Sadrazam konağına işaret etmektedir. Anlamı genişledikçe Sadrazam konağına “Paşa Kapısı” ve “Bâb-ı Âsafi”denmeye başlamıştır. Ancak 1808’deki Alemdar olayından sonra yeniden yaptırılan binaya dönemin padişahı Mahmud-ı Adli diye bilinen II. Mahmud’a izafeten Bâb-ı Adl ya da Bâb-ı Adli denmiş, ve 19. yüzyılın ikinci yarısında Bâb-ı âli deyimine dönülmüştür.
Başlangıçta devlet işleri bugünkü anlamıyla bakanlar kuruluna karşılık gelen ve haftanın dört günü toplanan Divan-ı Hümâyun’da görülürdü. Haftanın bir günü de Sadrazam konağında “ikindi divanı” toplanırdı.
Son iki yüz yılda Osmanlı Devleti’nin işleyişindeki değişiklikler ve Sadrazamın ikindi divanlarının devlet işlerini üstlenmesi ile birlikte, yeni bir toplantı düzeni de kurulmuştur. Divân-ı hümayun’da bulunan kalemler, defterler ve kayıtlar Bâb-ı âli bünyesinde yer almaya başlamıştır. Reisülküttab ve divan kalemleri, çavuşbaşı ile dairesi ve maiyeti, teşrifatçı vb. Bâb-ı âli’ye taşınmıştır. Bunlar sadrazamın maiyeti olan kethüda ve mektupçu ile birlikte “Hademe-i Bâb-ı âli” adını almışlardır.
Tanzimat’la birlikte gündeme gelen meclislerde Bâb- ı âli’nin yapılanmasında rol oynadılar. 1838’de kurulan Meclis-i Vâla-yı Ahkâm-ı Adliye ile Dar-ı Şûra-yı Bâb-ı âli, Osmanlı bürokrasisine yeni bir boyut getirmiştir.
Sadrazam konaklarının saraya yakın olması için Cağaloğlu’nda yer almaları dışında belli bir yerleri yoktu. Naima tarihinde, Sultan I. İbrahim döneminde sadrazam olan Kemankeş Kara Mustafa Efendi’nin şimdiki Bâb-ı âli yerinde bir sarayının olduğunu ve burada memurların da bulunduğundan bahsediyorsa da bu mekânın resmen Bâb-ı âli olarak açılması 1756 yılında Sultan III. Osman tarafından yapılmıştır. Böylece Sadrazam konaklarının sürekli olarak bulunduğu ve devletin fiilen de yönetildiği merkez burası olmuştur. 1839 yılındaki yangından sonra 1844’ten itibaren sadrazamın ikametgâhı olmaktan çıkarılarak tamamen devlet dairesi statüsü almıştır.
Bâb-ı âli altı kez yanmıştır. Bu yangınların genel İstanbul yangınlarından ve binaların ahşap oluşundan başka önemli bir anlamı da vardır. Yeniçeriler sadrazamı düzenin bozulmasından sorumlu tuttuğu için konağın etrafında toplanarak ateşe vermişlerdir. Sadrazam konağı neredeyse yangın oradan başlamıştır.
Defalarca yanan ve yenilenen bu yapılar günümüze Stefan Kalfa’nın yatay kuruluşlu sade ampir cepheli yapılarıyla ulaşmıştır. Saray erkini temsil eden iki katlı Alay Köşkü’nün karşısında, barok saçak ve örtülü, çeşmeli bir zafer takı düzenindeki Bâb-ı âli kapısı sadrazam ve hükümette odaklanan yürütmenin sembolik ifadesini yansıtırken, Alay Köşkü’nden daha alçak olmasıyla da hiyerarşiyi mimaride de yaşatmaktadır. Bâb-ı âli, Osmanlı Devleti’ndeki ilk kamu binasıdır.
Stefan Kalfa’nın yaptığı bu yeni Bâb-ı âli, eskilerden kat döşemeleri hariç, kârgîr oluşu nedeniyle de ayrılmaktadır. Üzerinde çeşitli değişiklik ve yıkımlar yapılmışsa da mimarın yaptığı ana hatlar halen durmaktadır. Ancak eski mekan düzeni yalnızca bugün Vilayet konağı olarak kullanılan eski Sadaret Dairesi tarafında korunabilmiştir. Özgün halinde yapı, birbirlerine kuzeybatı- güneydoğu doğrultusunda bağlı, geniş sofalar çevresinde dizilmiş odalardan oluşuyordu. Yaklaşık 220 m. uzunluğundaki bu bölümlerin iki uçunda alçak, ortadaysa yüksek bir bölüm yer almaktaydı. Söz konusu alçak bölümler kuzeybatıda Sadaret, güneydoğuda Hariciye Nezareti, ikisi arasındaysa Şura-yı Devlet daireleri olarak yerleşmiştir.
Mimari açıdan eski Bâb-ı âli’den farklılaşsa da yeni yönetim merkezini var eden ana ilkelerin büyük oranda eski yaklaşımla bağlantılı oldukları görülür. Örneğin, klasik dönemden beri daima devletin merkezi mali yönetimiyle mülki yönetimi birbirinden özerk, ama kendi içlerinde iki büyük bürokratik kitle oluşturmuşlardır. Bu oluşum güçler ayrılığı ilkesinin eskiden beri yaşatıldığına da delildir.
1844’de yapılan yeni Bâb-ı âli’nin yeri işleviyle birlikte değişmiştir. Topkapı Sarayı’nın önemini yitirdiği ve yalnızca onama makamı olarak kaldığı bu tarihten sonra Alay Köşkü’ne bakan kapı işlevini yitirerek Ankara caddesine bakan yani Hariciye’nin bulunduğu güney kapısı önem kazanmıştır. Çünkü artık Osmanlı Devleti’nin işleyişini sürdüren hükümetin ismi Bâb-ı âli’dir. Hariciyenin önem kazanması ile birlikte haberin yakınında olan gazetecilerde buralara yerleşmiş ve uzun yıllar Türk basını ifade eden Bâb-ı âli deyimi anlam olarak yaşamaya başlamıştır.
Sonraki yıllarda Bâb-ı âli alanının içinde söz konusu ana kitleden başka iki önemli yapı gerçekleştirilmiştir. Birincisi İsviçreli-İtalyan mimar Gaspare Fossati tarafından tasarlanıp yapılmış olan Hazine-i Evrak Nezareti’nin kullanmış olduğu arşiv binasıdır. Fossati’nin duvarları kârgîr, kat döşemeleri, merdiven, kapı ve pencere kanatları demirden olan ve İstanbul Tersane’sinde üretilmiş olan binası Türkiye’deki ender Palladyen tasarımlardan biri oluşuyla da dikkat çekmektedir.
Bâb-ı âli içindeki ikinci yapı ise yaklaşık 1910’da Ankara Caddesi tarafında konumlanan ve I. Ulusal Mimarlık Akımı çizgisinde yapılan, yine arşivin kullandığı küçük bir yapıdır. Ana Bâb-ı âli yapısı 1844’teki yapımının ardından iki büyük yangın daha geçirmiştir. İlk yangında Ortada Şura-yı Devlet’i barındıran kesimin ve güneydoğu ucunun bir kısmı yanmış ve hızla onarılmıştır. 1911’deki ikinci yangında ise orta kesim yeniden yanmış bir daha onarılmayarak ortadan kaldırılmıştır. Böylece tek bir kitle değil birbirinden bağımsız iki ayrı yapı ortaya çıkmıştır. Yapıların iki ayrı kitleye ayrılması Bâb-ı âli’nin bürokratik örgütlenmesinin ifadesi olan ve Dolmabahçe Sarayı’na benzeyen hareketli, ancak tekil kitlesel ve işlevsel bütün oluşturan mimarisini de bozmuştur.
Cumhuriyetten itibaren eski Sadaret dairesi Vilayet Konağı olarak kullanılmaya başlamış, yapı üzerindeki neoklasik bezemeler kaldırılarak yalın bir biçimde sıvanmıştır. Vilayet Konağı, 1980’lerin sonlarında ve 1997 yılında yeniden eski görünümüne kavuşturulmak üzere bir dizi restorasyondan geçmiştir.
İstanbul Valiliği resmi web sitesinden alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder