1 Ocak 2015 Perşembe





Son günlerde yapılan Osmanlı tartışmaları ve bu olayın TBMM'de sırf ideolojik çıkarlar sebebiyle gündeme gelmesi münasebetiyle Üstad Hattat Prof. Dr. Talip Mert'in kaleme aldığı ve belki de durumu özetlediği yazı;

Sayın Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu,
Osmanlı Türkçesi hakkında ortaya attığınız iddialar karşısında ne kadar şaşırdığımı anlatamam. “Okunamaz, anlaşılmaz, lüzum yok, karma karışık sülüs…” Türü bir sürü laf. Osmanlı Türkçesine muhalefet edecek başka kimse yok muydu? Bindiğiniz dalı kesmek size mi düştü? Ve siz Osmanlı sayesinde Yusuf Halaçoğlu oldunuz. Ve Ermeni meselesinin gerçeklerini ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz. Peki, siz bu iddia ile 2015 yılında acaba neler söyleyebileceksiniz? Size kim inanacak? Siz Osmanlı Arşivi’nde genel müdürlük, Türk Tarih kurumunda başkanlık yaptınız. Bu kurumlarda muhatabınız Sümer, Hitit tabletleri veya Mısır’ın resim yazısı mıydı? Siz açıkça ucuz bir siyaset yapayım derken hem kendinizi hem de şanı her şeyden yüksek ilmi “siyaseten katl” ettiniz. Sizin Osmanlı Türkçesi ile bu manasız kavganızın sebebi nedir? Ne yazık ki; ölçüsüz, hesapsız kitapsız “Ucuz siyaset” adamı maalesef ucuz etten de öte ucuz bir şey yapıyor. Böyle bir meselede susmak bir nimet değil mi? Ne yazık ki; Bu abes ötesi muhalefeti şeytan Halaçoğlu’na, milletin dinlediği, kulak verdiği bir tarihçiye yaptırttı. Yusuf Bey, Unutmayın ki sizi şaşırtan bu hain “Şeytanın dostluğu darağacına kadardır.” Ben sizin yerinizde olsam bu atasözünü okunabilecek (!) bir Osmanlı yazısıyla yazdırıp odama asarım.
Bir Alman, Avusturyalı, İngiliz… Bir kaç bin yıl önce yazılmış Sümer, Hitit, Mısır… Tabletlerini, kitabelerini okuyup çözüyor, lügatini yazıyor. Hem de soracağı hiçbir kimse, hiçbir kaynak yok iken. Peki, bu yazıları okuyan, bu dilleri çözüp tercüme edenler insan değil mi? Bu adamların bizler gibi “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” deyip gaza gelme şansları olmadığı gibi öyle anlı şanlı bir unvana, dokunulmazlığa da sahip değiller. Sadece işlerini yapmak için çâre arayıp buluyor ve dahi okuyorlar. Siz, Osmanlı’nın “üç hilalli” bayrağını alıp bu konuda bayraktar olmanız gerekirken bu şanlı bayrağı yere düşürdünüz. Dilini anlamadığınız alfabesini okuyamadığınız bir devletin bayrağına sahip çıkmak da ne oluyor?
Sayın Halaçoğlu,
Şunu lütfen unutmayın: “İstediğini söyleyen istemediğini işitir.” Bendeniz, bu ve benzeri 250 fikrî, felsefi alt yapısı sağlam atasözü, bilmece, mâni ve şiirleri Osmanlıca el yazısıyla (rik’a ile) gençlere okutuyorum. Ek olarak da mezar taşı, kitabe ve muhtelif levhalar. Bu talebeden 700’ü Safahat’ın dörtte birini, yetmişi ise tamamını Osmanlıca metninden okuyup bitirdi. Hem de haftada iki saat ders görerek. Yine bu gençlerin dörtte biri bitirme tezi olarak da Osmanlıca’dan tez alıp onu da başarılı bir şekilde yapıyorlar. Çünkü bu gençler bu yazı ile kayıp hazinelerini buluyor, kanlarında ve genlerinde var olan bir gerçeği hem de sizin 45 senedir bulamadığınız, daha doğrusu ucuz siyasete kurban ettiğiniz bir geçeği keşfediyorlar.
Peki, sizin ortaya attığınız basit iddialar nerede kaldı? Sizin makamınızda olan bir insana bu sözler yakıştı mı? Siz, Liselere konan Osmanlıca dersinde çocuklara Büyük Ruznamçe defterlerini veya Budin Livası Tahrir Defterlerini mi okutacaksınız? Siz hiç düşünmeyin –düşünseniz zaten susardınız- ve üzülmeyin; En kötü ihtimal bu okunamayan yazıları Alman, Japon, ABD’li… Müsteşriklere göndeririz. Bizde okuyamadık deyip asla iade etmezler, bir şekilde okuyup bize gönderirler. Okuyamıyorum sözünü nefis ve kariyerlerine yediremezler. Sizin nefesiniz daralmasın. Yeter ki siz anlı şanlı bir müverrih ve münevver olarak rahat olun. Büyük Osmanlı’nın çok büyük bir gayretle geliştirip güzelleştirdiği yazı türlerini “okunmaz, anlaşılmaz…” diye hafife almağa devam edin. Unutmayın ki; “İnsan sözünden öküz boynuzundan tutulur.” Garip bir sual?
Bu sual sadece Halaçoğlu’na has olmayıp, düşünen herkesedir. Bugün Türkiye’de ilkokuldan başlayıp üniversiteye kadar haftada dört saatten az olmamak üzere sekiz on sene İngilizce okutuluyor. Günlük hayatta kullandığımız bütün âlet edevatın, sokaklardaki tabelaların ve matbuatın… Adı İngilizce. Buna rağmen İngilizce öğrenen kaç kişi var? Bu sorunun cevabı: Osmanlı yazısının hiç de zor olmadığı gibi Koca Sinan’ın, Gelenbevi’nin, Fuzuli’nin, Itrî’nin, Kâtip Çelebi’nin, Ahmed Cevdet Paşa’nın… Yetişmesine de mani olmamıştır. İlla da AB’ye girelim diye didinen Türkiye bugün AB’nin en az okuyan, en çok cep telefonu ve sosyal ağı kullanan, en fazla trafik derdi olan milleti yaptı. Bizler 32 harfli Osmanlıca’yı zaten zordu öğrenemedik (!). Çok kolay Latin yazısı da öğrendik sayılmaz. Biz dünyanın en kolay yazısı (!) Japon ve Çin yazılarını da alsak bu ucuz anlayışla yine de yaya kalırız. Çünkü bütün mesele öğrenme aşkını, okuma zevkini alabilmek, bilhassa da alın terinin ve göz nurunun değerini, kudsiyetini anlatabilmekten geçer. Zordu, kolaydı gibi hafif iddialara itibar etmek bu asırda insanı sadece mahcup eder. Çünkü her canlı hayatını kazanmak için hayatını ortaya koymağa mecburdur. Zira Taraf-ı İlâhi’den kâinat için konan kanun budur.
Her ne kadar bizim büyük aydınlarımız “okunmaz, yazılmaz, karmakarışık…” türünden sığ ve basit iddialar ortaya atsalar da bu işin içinde olan bir kişi olarak büyük bir memnuniyetle görüyorum ki; Osmanlı Türkçesini talim ve taallüm gayreti bu milleti sarıp sarmalamıştır. Bu dili, bu elifbâyı öğrenmek isteyen her yaştan insan sayısında âdeta bir patlama vardır.
Osmanlıca dostlarına sesleniyorum. Kendisi bir şey olamamış, olabildiğini de deniz suyundan ucuz siyasete feda etmiş bu türden aydınlar zinhar unutmayın ki bu patlama karşısında yarın ağız değiştirip Osmanlıca’nın faziletlerine dair nutuklar çekeceklerdir. Çünkü bizim cemiyet hayatında önce ulu orta konuşmak sonra da “onu demek istemedim” demek, amip gibi tek hücreli aydınlarımızın değişmez huylarıdır. Bundan da adınız gibi emin olun. Çünkü biz de münevver böyledir. Hem de bunlar bizim Avrupa’ya tahsil için talebe gönderdiğimiz taa 1830’lardan beri böyledir. Batıya okumaya gidip işe yarayanlar zaten dönmedi. Dönenler de ne yazık ki dönek olarak dönüp bu millete hep tepeden baktı. Bu aziz, çilekeş, üzerinde yazı olan bir kâğıda ilme saygısından dolayı basmayıp duvar deliklerine soktu. Mektebe verdiği çocuğunu “eti senin kemiği benim” anlayışıyla hocaya teslim etti. Bu insanlar maddeten câhildi ama manen pek ârif idiler. Batıdan eli boş gelen aydınlarımız ise bu milleti daima “bunlar adam olmaz” olarak gördü. Hallaç tezgâhından sıçrayan pamuk gibi hafif bu lafları duyunca bugün de bu iddiaların hâla yaşatıldığını görüyoruz. Ey millet! Sizler ümitvar olunuz. Bu tipler kopup gelen bu irfan selinde boğulup gidecektir.
Bir de teşekkür: Halaçoğlu 20 sene sonra da olsa Osmanlı Arşivi’nde çalışan arkadaşlarını hatırladığı için teşekkür ediyorum. Bu hakkını da teslim ediyorum. İnşallah siyasi bir gösteri olarak kalmaz. Arşivi mahallesine taşıyan sayın mebusla beraber bu emektarlar için beraber bir şeyler yaparlar.
Son bir söz ve bu metni beğenenlerden rica: Okumak lütfunda bulunduğunuz bu metinde mahsus yazdığım bazı Osmanlıca kelimeleri lütfen akıllı telefonlarınızda sizden emir bekleyen MOLLA KASIM (Google)’dan sorun ve öğrenin. Yani sizler bir şekilde bu işin bir yerinden tutun ve lisan-ı Osmanî’yi öğrenin. Hiçbir kaybınız olmayacak. Çünkü Cenab-ı Hak çalışanları sever. Lütuf ve keremini onlara yâr eder.
Hoş görünüze sığınarak size son olarak Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin Ârif isimli bir bakkalının “karmakarışık bir sülüsle “ yazdığı bir levhasının resmini takdim ediyorum. Gerçi bu ibare Arapça fakat Türkçe’de olsa bizim sayın Prof. bu yazıyı herhalde okuyamazdı. Dünün bakkalı ile bugünün Prof.unu görün de niçin karanlıktan çıkamadığımıza artık siz karar verin.

Üç tuğlu vezir olurdu evvel / 
Üç tüylüsü oldu şimdi zâhir

Üç tuğ ile üç tüyü kıyas et / 
Devlet ne idi ne oldu âhir (Münif Paşa)


Talip Mert-Marmara Üniversitesi